DÜRÜSTLÜKLERİ

Şu anda Sokullu Camii’nden Şişhane, Taksim’e doğru yokuşu çıkarken sağ tarafta Karagül iş merkezi var. Benim 1976 yılında orada dükkânım vardı. Bir gün dükkânda otururken adının Mehmet Karagül olduğunu söyleyen bir adam içeriye girdi. “Biz bu dükkânı 7.000.000 liraya satın aldık. Burayı yıkıp yerine büyük bir iş merkezi yapacağız. Bu dükkândan ne zaman çıkacaksın?” dedi.

Ben de ona “Mart sonunda mukavelem bitiyor. Mukavelem bitince çıkarım.” dedim. O da elindeki gazeteye sarılmış 1.000.000 lirayı bana uzattı “Ben burayı 7.000.000’a aldım 6.000.000’nu mal sahibine verdim. Bu 1.000.000 lira da senin hakkın.” dedi.

1976 yılında 1 Cumhuriyet altını 400 lira; 1000.000 lira 2500 tane Cumhuriyet altını ediyordu. Yani bugünkü değeri (1 Cumhuriyet altını 350 lira civarı) 875.000 lira (540.000 dolar) ve bu para o zamanki ekonomik şartlar içerisinde Türkiye’de sayılı kişilerde bulunan büyük bir servet değerinde idi.

Ben de ona “Ne münasebet bu parayı ben hak etmedim. Hakkım olmayan parayı da alamam. Ama merak etme bizim için sözde sadakat her şeyden önemli. Mart sonunda mukavelem bitiyor. Biz mukavele ile bağlıyız, sözümüzde dururuz. Mart sonunda dükkânı boşaltır sana teslim ederim. Al kardeşim sana param helal olsun, hayırlı olsun, lazım değil senin paran.” dedim.

Adamcağız inanamadı. “Gerçekten boşaltacak mısın?” diye birkaç defa sordu. Aynı cevâbı alınca adam sevincinden bu devirde böyle insanlarda var mı diye boynuma sarıldı.

HER ŞARTTA DÜRÜSTLÜĞE DEVAM ETMELERİ

Hacdan dönerken dedim ki “Bakın arkadaşlar! Arabayı ben kullanıyorum. Şoför mahalli hariç, ayaklarınızın altına dahi eşya koyabilirsiniz. Arabanın tonaj sınırına kadar ne istiyorsanız satın alın. Yalnız bir şartım var. Gümrükte arabada ne var denirse hepsini teker teker gümrük memuru gibi sayarım. Elektronik eşya, kadife, kumaş (Türkiye’de yoktu o zamanlar) hepsini sayarım ona göre.”

Hakîkaten arkadaşlar da öyle yaptılar. Şoför mahalli hariç arabanın her tarafını eşya ile doldurdular. Yola çıktık. O yıl hacca 90 binin üzerinde hacı gelmiş ve büyük bir kısmı da arabayla gelmişti. Suriye kapısına geldik.

Suriye girişi ana baba günü. Her taraf araba dolu… Biz de sıraya girdik. Binlerce araba var yüzlerce değil. Artık sıramız ne zaman gelecek belli değil. Kenara çekildik bekliyoruz. Bir adamcağız geldi. “Sevvak? – Şoför kim?” diye sordu. “Benim” dedim. Bana “kenara gel” dedi. Kenara geçtik. Adam bana, “bak bu arabanın her tarafı, içi dolu. Şimdi bütün bunların hepsini indireceksin (Arapça anladığımız kadarıyla). Bunların hepsini teftiş edeceğiz. Size de çok zahmet olacak bu. Sen şimdi bana bir bahşiş ver, geç, git” dedi.

Ben de dedim ki:

قَالَ النَّبِيُّ صَلَّي اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ اَلرَّاشِي وَالْمُرْتَشِي فِي النَّارِ

Resûlullah (s.a.v.): “Rüşveti alan da veren de cehennemdedir.” (Taberânî) buyurmuşlardır.

Adam şaşkınlık içerisinde “Ne dedin. Bir daha söyle!” dedi.

Nebî (s.a.v.), “Rüşveti alan da veren de cehennemdedir” diyor. Bizim için hiçbir zahmet yok. Eşyayı teker teker indiririz, kontrol edersin, tekrar yerine koyarız gerekirse bekleriz hiç önemli değil, dedim.

Adam sakalımı tuttu, okşadı. (Araplarda bu çok büyük iltifattır.) “hâzâ haci – Hacı dediğin böyle olur, verin şu pasaportları” dedi. Aldı bizim pasaportları, çıkardı kalemi ve hepsine imza attı. Ondan sonra elini ağzına soktu. Büktü dilini, ıslık çaldı. Birkaç yüz metre ilerideki çıkış kapısına işaret etti. Bunun işaretini duyunca ne var der gibilerinden işaret ettiler. Meğer adam oranın başmüfettişiymiş. Binlerce arabanın arasından çıkardı bizi hiç beklemeden Suriye kapısını geçtik.

Talebe Birliği başkanlığına giderken, Hazreti Sâmî (k.s.) “dürüstlüğe devam edin, ağzınıza geldiği gibi konuşun” demiş idi. O dürüstlüğe devam ettiğiniz müddetçe netice bu. Neler öğrendik onu bilmem ama o dürüstlüğe devam etmek daima kazandırıyor.

Allah şefaatlerine nâil eylesin, hep O Zât’ın himmeti.

DOĞRULUĞUN GETİRDİKLERİ

1978 döneminde Bülent Ecevit zamanında vergi mükelleflerine Asgari Gelir Vergisi diye bir şey çıkardılar. Yani bu geliri gösterip vergisini ödeyenin defterine bakmıyorlardı.

1977’nin sonunda kaza geçirmiş 78’de de dükkânı kapatıp, eşyaları yazıhaneye taşımıştım. Hiç ticaret yapmamıştım. 78’in sonunda da bu sene hiç ticaret yapmadığım için zarar ettiğimi maliyeye beyan ettim. Galata Vergi Dairesi’nde müdür muavini Yüksel Bey: “Bak kardeşim yeni bir tebliğ çıkarmış Maliye Bakanlığı. Asgari şu kadar vergi beyan edip ödemek zorundasınız. Siz bu beyannameyi alın düzeltin. Uğraşmayalım sizinle, sizi de rahatsız etmeyelim. Eğer bunda ısrar ederseniz defterlerinizi alacağız, yazıhaneyi işgal edeceğiz. Değmez bu kadar para için” dedi.

Ben de “Bu kadar paraya değmediğini ben de biliyorum, ama ben 1964 senesinden itibaren 15 yıldır vergi veren bir mükellefim. Kuruşu kuruşuna ne kazandıysam vergisini verdim. Bu sene de zarar ettim. Beş kuruş alamazsın. Gel defterleri de al götür. Gelin hepiniz isterseniz yazıhanemde oturun, ama çay bile ısmarlamam, bilesiniz. Oturun hiç çıkmayın isterseniz anahtarı da size bırakayım ne yaparsanız yapın” dedim.

Bu konuşma vergi dairesinin koridorunda oluyor. İşi düşenler oradakilerle nasıl konuşulduğunu çok iyi bilir. O koskoca büyük patronlar vergi ile alakalı bir problem olunca oradaki basit bir müfettişle bile nasıl konuşulacağını çok iyi bilirler.

Sene 1979, 33 yaşında sakallı bir adam bağırıyor vergi dairesinin koridorunda. Herkes bakıyor kim bu bağıran diye hem de vergi dairesinin müdür muavinine…

Peki, bunları söylettiren ne idi. Doğru sözlülük ve dürüstlük…

TEK ÖLÇÜ SÜNNET-İ SENİYYE…

Fatih Gençlik Vakfı bursiyerlerinden Selçuk Balıkçı anlatıyor: Ömer Öztürk Ağabey hayatını, her şeyi ile sünneti yaşamaya adamış ve bunu hayatıyla da isbât etmiştir. Bu devirde sünnete ittibânın nasıl olabileceğini anlamak isteyene, Ömer Ağabey’in hayatının her safhası dersler ve ibretlerle doludur.

Ülkemizde Müslümanların içerisine düştüğü ve İslâmî terakkîye mâni olan en önemli hastalıklardan bir tanesi de Müslümanların peşlerinden gittikleri liderleri, şeyhleri hakkında “Benim şeyhim, liderim ne yaparsa doğrudur, o yanlış yapmaz, onun bir bildiği vardır” gibi bir anlayış içerisinde olmaları olduğunu sürekli söyleyen Muhterem Ömer Öztürk Ağabey buna karşı her seferinde şunları söyler:

– Eğer peşinden gittiğin zâtın yaptığı, söylediği söz, fiil ve davranışlar Resûlullah (s.a.v)’e uyuyorsa doğru uymuyorsa yanlıştır. Yok, efendim benim şeyhim, önderim, ağabeyim, çok büyük bir zâttır, bir bildiği vardır, ma’nen çok büyüktür, şöyle kerâmetleri görülmüştür, işte şunun için yapmıştır gibi kıvırtma ve atraksiyonlara girmeden söylenecek tek söz “Bizim için tek bir ölçü ve dünya âhiret kurtuluş reçetesi vardır; o da Resûlullah aleyhisselâtü vesselâm Efendimizin Şerîat-ı Garrâ-i Muhammediyesi’dir. O (s.a.v.)’e uyan her şey doğrudur, haktır, gerçektir, O (s.a.v.)’e uymayan her şey de her ne sebeple yapılırsa yapılsın yanlıştır, batıldır, yalandır.” sözü olmalıdır.

– Müslüman karşısına gelen hâdiseyi “sünnet aynasına” tutacak. Eğer orada yer buluyor, o aynaya uyuyor ise alacak, uymuyorsa kabûl etmeyecek reddedecek.

Muhterem Ömer Öztürk Ağabey söyledikleri şeyleri önce kendi nefsinde tatbik etmiş, bu düsturlara hayatı boyunca çok büyük bir titizlikle riayet etmişti. Yanındakilere; “Benim doğrumu, yanlışmış gibi göstermeye çalışanla işim yok ona hakkımı helal eder hesabını Allah’a havâle ederim ama benim asıl düşmanım bana yanlışımı doğruymuş gibi göstermeye çalışandır. Mahşer sabahı iki elim onun yakasındadır. Ona da hakkımı helâl etmiyorum.” “Benim sözümde ve fiilimde eğer Sünnet’e muhâlif bir şey varsa götürün çöpe atın.” derler.

Muhterem Ömer Öztürk Ağabey’in bu konudaki hassasiyetini anlatan, benim de şâhit olduğum bir olayı nakletmek istiyorum:

BİR ÖĞRENCİ İLE ARALARINDA GEÇEN DİYALOG

İstanbul’da üniversitede okurken Fatih Gençlik Vakfı’ndan burs alıyordum. O sene, vakfın kurucusu ve burslarımızı veren Muhterem Ömer Öztürk Ağabey yirmi bir bursiyer öğrenciyi umreye götürdü. O gurubun içerisinde kâfile başkanı olarak ben de bulunuyordum. Medîne’de bir öğle namazını Mescid-i Nebevî’de Ömer Ağabey ile beraber kıldık. Mescidden çıkarken Ömer Ağabey’in umreye götürdüğü öğrenci arkadaşlardan Enes Koç “Abi mescidden hangi ayakla çıkılır” diye sordu. Ömer Ağabey de “Enes, mescide sağ ayakla girilir, sol ayakla çıkılır.” dedi. Enes heyecanla “Ama Abi sen sağ ayakla çıktın” dedi. Bunu üzerine Ömer Ağabey “O zaman hatâ etmişim” dedi. Oysaki Ömer Ağabey çıkılması gereken ayakla yani sol ayakla mescidden çıkmıştı. Burada Ömer Ağabey hem Enes’in kalbini kırmamak hem de yukarıda bahsettiğimiz “yapılan yanlışı savunma” durumuna düşmemek için “eğer senin söylediğin gibi ben mescidden sağ ayakla çıktıysam gayet tabi hatâ ettim” ma’nasını içeren “O zaman hatâ etmişim” dedi.

Burada Ömer Ağabeyin verdiği cevâbdaki çok önemli bir inceliğe de dikkatinizi çekmek istiyorum. Ömer Ağabey hem Enes’in kalbini kırmamış, hem yanlışı savunmamış hem de bütün bunları yaparken “yalan” da söylememiş oldu. Yani “hatâ ettim deseydi” yalan söylemiş olacaktı. Çünkü Ömer Ağabey sol ayakla mescidden çıkmıştı. “Yok, hatâ etmedim sen yanlış gördün” dese hem Enes’in kalbini kıracak hem de yanlışı savunmuş olacaktı.

“Eğer senin söylediğin gibi ben mescidden sağ ayakla çıktıysam” şartına bağlı olarak “O zaman hata etmişim” dedi ve böylece de yalan söylememiş oldu.

Cenâb-ı Hakk Resûlullah (s.a.v.) Efendimizin sünnetini bu kadar en ince noktasına kadar yaşayan Ömer Öztürk Ağabeyden ayırmasın. Dünya ve âhirette O’nunla beraber olmayı nasîb eylesin.

TEVAZULARI

Yazımıza başlarken Şer-i Şerîfin (İslâmî yaşantının) kaldırılması ve sonra neşv ü nemâ bulmasının iyi anlaşılabilmesi için Muhammed Es’ad Erbilî Hazretleri’nin, Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu Hazretleri’nin ve bu yolun devamının hakîkî vekîli olan Muhterem Ömer Öztürk Ağabey’in hayatlarının bilinmesinin gerekli olduğunu ifade etmiştik. Fakat Muhterem Ömer Öztürk Ağabey Ümmet-i Muhammed’e bu kadar büyük hizmetler yaptığı halde, yaptığı hiçbir işte isminin geçmesini istememiş, bunu da büyük bir titizlikle yaparak muvaffak olmuştu. Kendi kurduğu ve dağıtılan bursları şahsi servetinden verdiği, vakıftan burs alan öğrenciler dahi kendisini tanımıyor idi.

Bir gün Muhterem Ömer Ağabey sahibi olduğu Murad Tekstil’in Yeşildirek’teki yazıhanesini arıyor. O esnâda orada bulunan Muhterem Ömer Ağabey’in vakfında da bursiyer olan İbrahim Akarsu telefona cevâb veriyor. Konuşma bittikten sonra İbrahim not almak için “Kim aramıştı?” diyor.

Muhterem Ömer Ağabey; “Ben Ömer Öztürk” deyince İbrahim “Vehbi ve Abdurrahim Ağabey sizi tanırlar mı?” diye sormuş. Bunun üzerine Ömer Ağabey; “Dünkü sohbette sen orada değil miydin?” diye soruyor. (Çünkü sohbette konuşmacı kendileri idi.)

İbrahim “Evet orada idim” diyor.

Muhterem Ömer Ağabey “Peki! Sohbette konuşanın kim olduğunu bilmiyor musun?” diyor.

İbrahim de “Mısırlı bir âlimdi” diyor.

Yine Muhterem Ömer Ağabey İstanbul’da sahibi olduğu bir mağazayı aradığında, telefona cevâb veren mağazada çalışan kişi kendisini tanımıyor.

Muhterem Ömer Ağabeyin her sohbetinde çeşitli kılıklarla istihbarat görevlileri zaten bulunurlar, ama İstanbul’daki bir sohbette MİT, askerî istihbarat, birinci şubenin istihbaratı açıktan sohbete katılmak için izin istediler ve sohbete katıldılar. Sohbet bittikten sonra görevliler bizim için çok önemli olan şu sözleri söylediler: “Yâhu biz hangi grubun toplantısına gittiysek, adamlar ya kendini anlatıyor ya da üstâdını methediyordu. Yâhu bu adam (Ömer Ağabeyi kastederek) ne kendinden ne de şeyhinden bahsetti… Yalnız Allah ve Resûlü (s.a.v.)’den bahsetti.” dediler.

YAHUDÎ’NİN MÜSLÜMAN OLMASI

Bir tarihte İstanbul İş Hanında İzak isminde bir Yahudî vardı. İplik tüccarlığı yapıyordu. Ticaret sırasında bizim dükkâna geliyordu. Bu münâsebetler esnâsında adam elhamdülillah Müslüman oldu. İsmin “İshak (a.s.)’dan alınma olduğu için İshak olsun” dedim. Adam çok memnun oldu.

Namaza abdeste başladı adam 20-25 gün sonra yanıma geldi:

“-Ömer Bey bir daha gelemeyeceğim size.”

“-Hayrola niye gelemeyeceksin.”

“-Benim Müslüman olduğumu evdeki çoluk çocuğum anladı. Bana hanım diyor ki; Senin yüzün nurlanmaya başladı, sen namaz mı kılıyorsun?”

(Bu hainler bu işi ne kadar iyi biliyorlar teemmül edelim. Müslüman olarak bizler bu işe bu kadar ehemmiyet verip dikkat eder miyiz?)

İshak dedi ki; “Bunlar beni öldürürler kusura bakma ben bir daha gelemeyeceğim.” Bu aynı zaman da bir Yahudî kadının da sözüdür.

“Mesele yok sen İslam’ı yaşa da istersen gel, istersen gelme.” dedim.

Bir Yahudî Müslüman olursa Yahudi’nin tek bir cezası var o da “Ölüm…” İsrail’de hiçbir kimse Müslüman olduğunu açıklayamaz. Gizlice, sessizce yaşayabilir. Amma bizim hoşgörü şampiyonu ve onun gibi profesör etiketli hainler Yahudî’yi Cennet’e almaya uğraşıyorlar.

Kaynak: Ma‘nevî Evlâdı Ömer Muhammed Öztürk’ün Sohbetleri