Tasavvuf ıstılahında keramet; îmân ve amel-i sâlih sâhibi bir kişide meydana gelen harikulâde hâldir. Keramet, Cenâb-ı Hakk’ın veli kuluna bir ikramıdır ve iki kısımdır:
- Mânevî ve hakikî keramet ki bunlar; ilimde, irfanda, ahlâkta, ibâdette, taatte, amelde, edepte, insanlıkta ve adamlıkta gösterilen üstün meziyetler, hasletler ve faziletlerdir. Kısacası en büyük keramet, kişinin kötü huyları bırakıp iyi ve güzel ahlâk sâhibi olmasıdır.
- Kevnî ve surî keramet. Buna âfâkî keramet de denir. Meselâ uzun mesafeyi bir anda almak, az bir gıdayı çoğaltmak, su üzerinde yürümek gibi…
Nakşibendî ricali bu çeşit kerametlere ehemmiyet vermez; bunu,“Çocukları eğlendiren oyuncaklara” benzetirler.[1]
Bu mânâda ömürleri boyunca mânevî keramete talip olan Muhterem Ömer Öztürk, maddî keramet izharından umumiyetle kaçınmıştır. Buna rağmen ortaya çıkan bazı fevkalade hâlleri şöyle zikredilebilir:
Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz ile İrtibatları
Medine-i Münevvere’de yaşayan Dr. Âbid Özmen şunları anlatır:
“Bir gün yatsı namazı sonrası arkadaşlarımızdan birisi Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’i ziyaret eder. Hâlinden şikâyet edip işinin, parasının, pulunun olmadığını söyler. Herkesin her şeyi var, benim bir şeyim yok, diye dert yanar. Çıkışta Bâb-ı Sıddîk kapısında Ömer Ağabey’le karşılaşır. (Genellikle yatsı namazından sonra buluşma yerimiz Bâb-ı Sıddık idi.) Muhterem Ömer Ağabey arkadaşına dönerek:
– Neden Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’e bu şekilde şikâyette bulundun?, diyerek uyarır ve dilekte bulunmanın âdâbı, nasıl hareket edilmesi gerektiği hakkında nasihatte bulunur. Hâlbuki o kişi bu şikâyeti tek başına ve içinden yapmıştır.
Kendileri Ravza-i Mutahhara’da Bâb-ı Sıddık’ta otuz küsûr senedir Ramazan sofrası açmaktadır. Dört yüz bin kişilik mescidde yalnızca birkaç yüz kişinin sığabileceği bir alan olan ravzada, hem de Bâb-ı Sıddık’ta sofra açmanın ne demek olduğunu, özellikle o noktada sofra açmak şerefine nail olmak için ne kadar çok ve üst kademede insanın uğraştığını bilenler, elbette bunun ne demek olduğunu anlarlar. Muvaffakiyet Allah (c.c.)’dandır.
Bir Ramazan günü Medine’nin zenginlerinden bir kişi yine o bölgede sofra açmaya teşebbüs edip yer bulamayarak geri çekilince kızarak; ‘Bu Türk’e neden orada sofra açtırıyorsunuz?’ diye söylenir. Yanında bulunan bir Harem ehli, eliyle Türbe-i Saadet’i göstererek ‘Sus, onun içeriyle arası iyi, yapacak bir şey yok’ der.
Muhterem Ömer Öztürk, Hz. Sâmi’nin (k.s.); “Allah onun duasını reddetmez” buyurarak teyid ettiği ve kendisini tanıyan, dua talep eden herkesin bildiği üzere duası müstecab kimselerdendir. Yani kendilerinden kim bir dua talebinde bulunduysa biiznillah müşkülünün hallolduğunu görmüştür. Binlercesinden bir misal:
Ürdün’de Diş Hekimliği Fakültesi’nde okuyan Ömer Özmen, bir dersten geçerli not alamamıştır. Yönetmeliğe göre de güz döneminde o dersi veremezse sınıfta kalacaktır. İmtihan yaklaşınca dua talep eder, Muhterem Ömer Öztürk de dua buyurur. Ömer imtihana girer ve geçerli not alamaz. Sene kaybolmasın diye yatay geçiş için Suriye’ye gider. Orada bir üniversiteye ön kayıt yaptırır. Bu arada Muhterem Ömer Öztürk, Ömer’in babasına imtihanı sorar. O da kaldığını söyler. Tebessüm ederek “Geçti” der. Ömer ise bu arada kayıtlarını almak için Suriye’den Ürdün’e geçer. Arkadaşları Ömer’e:
“Neredesin, seni bulamadık. Annen seni Kadir Gecesi mi doğurmuş? Bir defaya mahsus bir dersten kalanlar bir üst sınıfa devam edebilir diye ilan astılar” diyerek ona müjdeyi verirler.
Afyon’da halı ve mobilya ticaretiyle iştigal eden Kadir Okyar şunları anlatır:
2000’de Ramazan umresine gitmiştim. Ravza’da tesadüfen Muhterem Ömer Öztürk’ün sofrasına geldim. Son derece intizamlı, bembeyaz, şiir gibi bir sofraydı. Sofradakilerin hepsini sükût ve vakar içinde gördüm. Karşımda oturan zâta (Dr. Âbid Özmen): “Bir akşam da bu sofrayı müsâade etseniz de ben üstlensem” dedim. Sofranın sâhibi olan Muhterem Ömer Öztürk’ü işaret etti ve “O zâta mürâcaat et” dedi. Ömer Bey de bana “2 kilogram hurma al, sofraya kat. Böylece arzun yerine gelmiş olur” buyurdu ve akabinde bana, “Allah, ayağını buradan kesmesin” diye dua etti.
O duâdan sonra ve duânın berekâtıyla 14 yıldır kesintisiz Ramazan umresine geliyoruz… Ağabeyim, kardeşlerim, yeğenlerimle; hem de Mescîd-i Nebevî (s.a.v.)’de itikâfa giriyoruz. Sadece geçen sene 2013’te vize sıkıntısından dolayı Ramazan umresine gelmek kısmet olmadı.
2007’de yaşadığımız bir zorluğu da yine zât-ı âlilerinin duâsı bereketiyle aşmış olduk. İtikaftan çıkıp otele gelince eşyalarımızı otelin önüne yığılmış vaziyette ve bizi Suriye’ye kadar götürecek otobüsün yanında bulduk. Suudi Arabistan’ın hac ve umre organizasyonu “Bu otobüs sizi Suriye’ye bırakacak, kalan yolu kendi imkânlarınızla halledeceksiniz.” dedi. Meğer bizi getiren firma paraları ödemeden kaçmış. Suud yönetimi de bizi sınırdışı ediyor. Hemen muhterem Ömer Öztürk’ü arayarak duâ talep ettim.
Yolda; bizi Suriye’ye bırakıp acele geri döneceğini çünkü Ramazan sonu işlerinin yoğun olduğunu söyleyen şöför Suriye’ye gidince “Mazot parasını verin sizi Türkiye’ye götüreyim.” dedi ve arabadakilerin hepsini kendi memleketine bizi de Afyon’a evimize bıraktı. Bunlar hep Muhterem Ömer Öztürk’ün duası bereketiyle oldu.
Hz. Sami (k.s.) ile İrtibatı
MTTB eski genel başkanlarından Cemalettin Tayla şöyle anlatır:
“Zevcem 1991 yılında hastalandı, hekime götürdük. Pek çok hastanede 2-3 sene bir teşhis koyamadılar. Nihayet 1994 yılında Çapa Tıp Fakültesi’nde ve Hacettepe Tıp Fakültesi’nde Miyelom (ilik kanseri) teşhisi koyuldu. Hekimler hasta için en fazla iki sene yaşar dediler. Bu arada biz de hastamızı ilik nakli için Amerika veya İngiltere’ye götürmeyi düşünürken Muhterem Ömer ağabey Medine’ye dönmemizi buyurdu. Biz de Medine’ye döndük. Bu arada hastalık ilerledi, kan değerleri (hemoglobin) dörde kadar düştü. Tabii bir insan bu değerlerle komaya girerken, Elhamdülillah, hiç öyle bir koma hâli olmadı. O günlerde Cuma gecesi hatim programı bizim evde yapıldı. Muhterem Ömer ağabey sohbet sonrası hastamızın şifa bulması için ağlayarak ve bizi de ağlatarak uzun bir dua yaptı.
Bu sohbetten bir müddet sonra hastamızı tedavi (kan vermek) için Medine Kral Melik Fehd Hastanesi’ne yatırdık. Muhterem Ömer ağabey telefonla beni aradı. Mânevî bir müjdeyi bir zuhuratı kastederek,‘Hastana sor. Bu arada bir şeyler olması lazım’, dedi. Eşime Ömer ağabeyin sorusunu nakledince henüz bir şey olmadığını (görmediğini) söyledi. Cevabı Ömer ağabeye ilettim, Ömer ağabey, ‘Hayır olmaz. Muhakkak bir tebşirat olması lazım’ dedi. Ertesi gün öğleden sonra tekrar eşimi ziyarete gittiğimde bana sevinçle şu rüyasını anlattı:
“Sâmi Efendi hazretleri yanıma geldi. Damardan bana iğne yaptı ve gitti.”
Eşimin bu rüyasını Muhterem Ömer ağabeye anlatınca:
“Biz de bunu bekliyorduk. Artık bi-iznillah şifâ bulur, bu hastalıktan da vefat etmez” buyurdular.
Bu tebşirattan kısa süre sonra hemoglobin seviyesi dörtlerden tabii kan seviyesi olan on bir buçuklara çıktı. Hekimler bile hayret ettiler.
Kopmak Üzere Olan Parmakları Tedavi Etmesi
İstanbul’da kumaş ticareti ile uğraşan Refik Tayla şunları anlatır:
“1976 senesinde Erenköy’den Muhterem Ömer ağabeyin, biri şahsî işlerinde, diğeri Mahmud Sâmi (k.s.) hazretlerinin hizmetinde kullandığı iki arabası ile yola çıktık. Boğaz Köprüsü’ne 100 metre kala arabalardan biri arızalandı. Arabayı iterken arkadaşlardan biri yanlışlıkla sağ arka kapıyı hızlıca kapattı, dört parmağım kapıya sıkıştı. Zorla kapıyı açtık. Parmaklarım kopacak derecede ezilmiş, mosmor olmuştu. Acılar içerisinde kıvranıyordum. Bu hâlde iken Muhterem Ömer ağabeyim yanıma gelerek bir şeyler okumaya başladı. Okudukça ağrım tamamen dinmiş ve parmaklarım eski hâline dönmüştü. Hepimiz hayretler içerisinde kalmıştık. Şaşkınlığımız geçip arabayı tamir ettirdikten sonra hiçbir şey olmamış gibi yolumuza devam ettik.
Allah (c.c.) Ömer ağabeyden bizleri ebediyen ayırmasın. İki cihanda onunla birlikte olmayı nasip eylesin.” (Âmin)
Uludağ’da Yaşanan Kazâ
İstanbul’da babası ile birlikte kumaş ticareti yapan Ömer Tayla şunları anlatır:
“2005 yılı Nisan ayında Uludağ’da kayak yaparken taklalar atarak yere düştüm. Öyle ki düşmenin etkisiyle kayak takımlarım paramparça olmuştu.
Ambulansla beni acilen İstanbul’a getirdiler. Hastanede yapılan tetkikler sonucunda hekimler bana boyun destek kemiğimin kırıldığını söylediler.
Kırılan boyun destek kemiği omurilik ile alâkalı olduğu için bundan bütün vücudum etkilenmişti. Yürürken kollarımı hareket ettirirken zorlanıyordum; belimde, kollarımda ve bacaklarımda ağrılar oluyordu, yani dengem bozulmuştu.
2008 yılına kadar, Türkiye’nin bu konuda en meşhur hekimleri dâhil, gitmediğimiz hekim kalmadı. Gittiğimiz bütün hekimler tek çarenin ameliyat olduğunu ama ameliyatın hem kesin çözüm olmadığını hem de felç tehlikesi taşıdığını söylüyorlardı. Biz de başka bir çözüm bulur, ameliyattan kurtuluruz diye arayış içerisindeydik. Bu arayış 2008 yılı yazına kadar devam etti. Üç yıl sürekli o ağrılarla yaşadım.”
Mânevî Tedavi
“Aslında bu kazanın başından beri Sâmi Efendi hazretlerinin Muhterem Ömer Öztürk hakkında; ‘Cenâb-ı Hak onun duasını reddetmez. Duası makbul ricâldendir o… Mânen vazifelidir. Bizim mânevî vazifelimizdir’ dediğini ve bu mânevî hâllerinin de böyle hastalıklarda şifâya vesile olduğunu biliyorduk. Ama böyle nefsânî bir iş yaparken başımıza gelen bir kazâdan dolayı Muhterem Ömer Öztürk’e gitmeyi gönlümüz pek arzu etmiyordu.
Üç yıl boyunca çalmadığımız kapı kalmadı, başka çaremiz kalmayınca babam durumumu bütün safahatıyla Muhterem Ömer Öztürk’e anlattı. Kendileri de:
– Bu tür işleri sıcağı sıcağına söylemek lazımdı. Şimdiye kadar neden söylemedin. Yine de getir Ömer’i… Şifâ Allah’tan… demiş.
Babam da beni zât-ı âlilerine götürdü. Beni önlerindeki sandalyeye oturttular:
– Sen sürekli Hz. Sâmi (k.s.) Efendi’mizi düşünmeye çalış, dedi.
Hem bir şeyler okuyor hem de boynumu, belimi, ellerimi ve ayaklarımı, masaj yapar gibi sıvazlıyordu.
Bir an öyle oldu ki rûhumun bedenimden çıktığını hissettim, sanki ben orada değildim, bir gökdelenin tepesinde oturuyordum. Vücudum sanki benim kontrolümden çıkmıştı. Elimi kaldıramayacak bir hâldeydim. Tarifi mümkün olmayan hisler içerisinde kendimden geçmiştim. Muhterem Ömer Öztürk:
– Tamam bitti. İnşaallah iyi olursun, deyince kendime geldim.
O anda ilk hatırladığım şey ağrılarımın geçtiğiydi. Bir hafta sonra kendisini ziyarete gittim, durumumu sordu. Ben de:
– Efendim, Allah râzı olsun, sayenizde ağrılarım tamamıyla geçti, ama ayaklarım biraz ağrıyor, dedim.
– O zaman bir daha okuyalım, dedi.
Bunun üzerine önceki seferde olduğu gibi beni önündeki sandalyeye oturttu, daha çok ayaklarımı masaj yapar gibi sıvazlayarak bir şeyler okudu. Ayaklarımın ağrısı da tamamen geçti. Üç senedir hayatımı karartan hastalıktan böylece tamamen kurtulmuş oldum.
Allah-u Te’âlâ’nın izni ve keremi, Sâmi Efendi hazretlerinin himmeti ve Mevla’nın katında duaları reddolunmayan Muhterem Ömer Öztürk’ün kıymetli duaları, nefesleri ve gayretleri sayesinde şifâ buldum. Allah (c.c.) kendilerinden râzı olsun, başımızdan eksik etmesin.”
Ölüm Tehlikesi Olan Hastalık
Hâlen Konya’da ikâmet eden Avukat Kemal Temiz anlatır:
“1995 yılında kalın bağırsak kanseri hastalığına yakalandım. Hekimler çok tehlikeli bir hastalık olduğunu, kurtulma ihtimalimin çok düşük olduğunu söylediler. En son Konya Selçuk Üniversitesi, Meram Tıp Fakültesi hekimlerinden Prof. Dr. Adil Kartal’a muayene oldum ve ameliyat olmaya karar verdim. Hekim bey ameliyattan önce beni yanına çağırarak:
– ‘Kemal Bey, çok ciddi bir ameliyata gireceksiniz. Durumunuz menfî, bunu bilmeniz lazım, dedi.
– Ameliyatın başarı ihtimali yüzde kaç? diye sordum.
– Senin durumun maalesef %99 menfî, dedi.
– Peki, %1 ihtimal nedir? dedim.
– Tıbbın bu konuda daha fazla söyleyebileceği bir şey yok, ama Allah’tan ümit kesilmez, dedi ve (ellerini semâya kaldırarak) ‘Allah’ dedi.
Ameliyata karar verdim, ameliyat öncesi tahliller yapılmaya başlandı. Bu arada Karaman’da doktorluk yapan Selahattin Özmen hastaneye yattığımı duymuş; beni telefonla aradı. Geçmiş olsun dileklerini ilettikten sonra:
– Muhterem Ömer Öztürk ağabeyi aradın mı? diye sordu. Aramadığımı söyleyince:
– Derhâl Ömer ağabeyi ara. Böyle bir devlet varken bu devlete başvurmamak olur mu? dedi.
Ben de bunun üzerine Ömer ağabeyi aradım:
– İnşaallah ağabey, Medine-i Münevvere’de huzur-ı Rasûlullah (s.a.v.)’da dua edin, diyerek durumu izah ettim. Ömer ağabey de çok ilgilendiler:
– Hayırlısı olur, Allah şifâlar verir inşaallah, diye dua ettiler ve ameliyata girdim.
Ameliyattan sonra her tarafıma hortumlar bağlanmış şekilde bir hafta boyunca yoğun bakım devam etti. Hemşireler her 15 dakikada bir, tansiyon, ateş, vb. ölçümleri yapıyorlardı.
Bu arada Medine’de bulunan Rüştü Ecevit’in babası vefat etmiş. Türkiye’ye gelirken Ömer ağabey ona:
– ‘Bu zemzemi babanın köyü Kurucuova’ya gitmeden, Kemal’e götür, ona ver, ondan sonra git, diyerek bir şişe zemzem suyu göndermişti. Rüştü Ecevit babasının köyüne gitmeden hastanede yanıma geldi.
– Ömer ağabey senin sağlığın için Medine’de sana dua ediyor, diyerek emaneti verdi; sonra babasının cenazesine gitti. Medine’den gelen zemzemden kaşıkla ağzıma birkaç damla verdiler, zemzemi başucuma koydular.
Mânâ Âleminden Gönderilen Kişiler
“O gece şimdiye kadar hiç görmediğim ve tanımadığım nur yüzlü iki veya üç kişi kapıdan içeri girdi ve doğruca yanıma gelerek:
– Sâkin ol, sakın heyecanlanma, sakın korkma iyi olacaksın inşaallah, dediler.”
Bu olayı o esnada Kemal Temiz’in yanında odada refakatçi olarak bulunan kayınbiraderi şöyle anlatır:
– “İki veya üç kişi içeri girdi, ayağa kalktım, onları karşıladım. Bana:
– Kardeş sen biraz yat, istirahat et. Bizim biraz işimiz var, dediler. Ben de yattım.”
Kemal Temiz anlatmaya devam ediyor:
“Gelen kişiler üzerimi açtılar, karın bölgemi yardılar. Karnımı tamamen boşalttılar, bütün iç organlarımı çıkardılar ve serumun asıldığı kancaya taktılar. Bu arada ben de hayret ve heyecanla, bir tamamen boşaltılmış karnıma, bir de kancaya taktıkları iç organlarıma bakıyordum. Kancaya astıkları iç organlarımı Ömer ağabeyin gönderdiği zemzemle yıkadılar. Bu arada da bana:
– Sâkin ol, bir şey olmayacak, Allah’ın izniyle iyi olacaksın, bu iş tamam inşaallah. Senin işin bitti, dediklerini duyduğum anda hemşire kapıyı açtı, içeri girdi, o kişiler de ortadan kayboldu.
Daha sonra anladım ki gelen kişiler Muhterem Ömer Öztürk ağabeyin mânâ âleminden gönderdiği kişilerdi. Ömer ağabey hem huzur-ı Rasûlullah (s.a.v.)’da bana dua ediyor, hem de mânâ âleminden gönderdiği kişilerle beni mânen tedavi ediyordu. Ben o zamana kadar Millî Türk Talebe Birliği’nde Ömer ağabeyle birlikte bulunmuş ve çeşitli görevler almıştım. Ömer ağabeyi, Hz. Mahmud Sâmi Ramazanoğlu (k.s.)’nun vazifelendirdiği, bize İslâmî bir yön veren büyüğümüz, ağabeyimiz olarak biliyorduk, ama onun bu mânevî tarafından haberimiz yoktu.
Ömer ağabeyin duası ve himmeti ile hastalıktan kurtuldum.
Ameliyattan sonra doktor Adil Bey:
– ‘Bu kalın bağırsak buraya nasıl bağlandı? Hâlâ anlamadım’, diyerek hayretini beyan etmiş, şükür kurbanı kesmişti.
Benimle beraber aynı hastalıktan hastaneye yatan üç kişi vefat etti. Ben hayatta kaldım. Bana, Muhterem Ömer Öztürk ağabey gibi mânevî bir büyüğü nasip ederek şifâlar ihsan eden Hak Te’âlâ hazretlerine sonsuz hamd-ü senâlar ederim.”
Ölüm Döşeğindeki Hasan Kalyoncu
MTTB’nin kapatılmadan önceki son genel başkanı Vehbi Ecevit şunları anlatır:
“2005 yılının başlarında, o zaman hayatta olan merhum Hasan Kalyoncu’nun âni bir rahatsızlığı olmuştu. Aort damarı yırtılmış, hastaneye yetiştirmişler, ancak kanın büyük bölümü vücuda boşaldığı için kurtulma ümidi hekimlere göre pek kalmamıştı. Ancak görevleri icabı gereken müdahaleyi yaptıktan sonra koma hâlinde saati beklemeye başlamışlardı. Yanına kimseyi almıyorlar, bütün yakınları (ailesi, oğlu, kardeşleri) kapıdan çıkan hekimlerin ‘Başınız sağ olsun’ diyeceği anı bekliyorlardı.
Muhterem Ömer ağabey, 2005 yılında hac dönüşü İstanbul’a geldiklerinde Hasan Kalyoncu komada idi. Tıbbın yapabileceği bir şey kalmayınca iş Allah’a havale edilmişti. Hasan Kalyoncu’nun ailesi Muhterem Ömer ağabeyden müteaddit kereler, Siyami Ersek’te şuuru kapalı ve ümitsiz şekilde yatmakta olan Hasan Kalyoncu’yu ziyaret ve başucunda dua buyurmasını rica etmişlerdi. İlk müsait oldukları çarşamba günü muhterem Ömer Öztürk ziyaretine gitmişti. Başhekim Prof. Dr. İbrahim Yekeler ile Hasan Kalyoncu’nun kardeşi Songül Hanım, oğlu Faruk ve öbür yakınları da orada idiler. Hastanın yanına dönemin Başbakanı Tayyip Bey dışında daha önce hiç kimseyi almamışlardı. O gün Muhterem Ömer ağabeyi yalnız olarak içeri almışlar, diğerleri kapı önünde ümitsiz şekilde bekliyorlardı. İçeride sadece görevli hemşire vardı. Hemşire hanım, Muhterem Ömer ağabeye:
– Hastanın elinden tutacak mısınız? diye sorar.
Sünnet-i Seniyye’ye göre hastanın nabzını tutup öbür elini de alnına koyarak şifâsı için dua edilir. Muhterem Ömer ağabey, ‘Evet’ cevabını verince hemşire hanım ortamı sterilize ettirerek zemini hazırlar.
Muhterem Ömer ağabey, Hasan Kalyoncu’nun elini tutar, öbür elini de alnına koyar ve dua ederler.
O anları olayın şâhitlerinden biri şöyle anlatır:
– “Bizler öldü diye kapıda ağlıyorduk. Ömer Bey’i yalnız aldılar içeriye. Bizler (hekimler dâhil) Ömer Bey çıkarken ağzına bakıyorduk. Bizi teselli edecek sözler söyleyecek diye bekliyorduk. Çıkınca oğlu Faruk ve kardeşi Songül ümitsizce durumunu sordular:
– Merak etmeyin, iyi olacak inşaallah, diye cevap verdi.
Ben de sordum, belki gerçeği bana söyleyebilir diye. Bana da aynı cevabı verdi. Çıktık. Aşağıda arabada tekrar sordum. Şimdi baş başayız, yukarıda teselli edici şeyler söylemesi icap etmiştir, diye düşündüm:
– İyi olacak inşaallah, bu iş tamam. Biraz daha ısrar etseydik, hortumları çıkarıp kalkacaktı, dedi.
Bu ziyaretten sadece iki gün sonra cuma günü Hasan Kalyoncu’nun yakınları Muhterem Ömer ağabeyi telefonla ararlar:
– Elhamdülillah. Hasan Bey duanız bereketiyle iyileşiyor. Telefonu kendisine veriyorum, diyerek, iki gün önce şuuru kapalı hâlde yoğun bakımda yatan ve hekimler ile yakınlarının ümitlerini tüketip ölümünü bekledikleri Hasan Kalyoncu’yu Muhterem Ömer ağabey ile telefonda görüştürürler. Bu telefon görüşmesinden sonra dört gün geçmiştir. Yine bir çarşamba günü akşamı Muhterem Ömer ağabey, duaları bereketiyle şifâ bulan Hasan Kalyoncu’yu tekrar ziyaret için hastaneye giderler. Zira Muhterem Ömer ağabey ertesi gün (perşembe) Medine-i Münevvere’ye dönecektir. Ziyaretin sonunda Muhterem Ömer Öztürk ağabey ayrılırken hekimlerin, ‘Aman kıpırdamayın!’ ikazına rağmen Hasan Kalyoncu; ‘Ömer ağabeyimiz için de kalkmayacaksak, ya kimin için kalkacağız?’ diyerek, destekle Muhterem Ömer ağabeyi hastanede asansöre kadar uğurlarlar.”
İlm-i Ledün ile Konuşmaları
Hadîs-i kudsîde Allah-u Te’âlâ, “Kulumu sevince gören gözü, duyan kulağı, tutan eli olurum. Artık o benimle duyar, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür.”[2] buyurmaktadır. Bu hadisin sırrına mâ-sadak olan Muhterem Ömer Öztürk’ün sohbetlerine katılanlar genellikle sormadan zihinlerindeki soruların cevabını alırlar.
MTTB eski genel başkanlarından Dr. Abid Özmen anlatır:
“MTTB’deki idari vazifeyi devraldığım kongre, çok sıkıntılı geçmişti. İstihbarat güçleri bir sürü entrikalar çevirdiler ve Muhterem Ömer ağabeyi çok üzdüler. Fakat muvaffak olamadılar. Muhterem Ömer ağabey, MTTB’ye gelip gitmez oldular. Halledilmesi gereken birçok mesele ve yapılması gereken birçok faaliyet vardı. Onları soracağım, istişâre edeceğim kimse yoktu. Kendileri de birliğe gelmiyordu. Kafamda bir sürü mesele ve sorularla Azapkapı’daki işyerlerine ziyarete giderdim. Ve MTTB ile ilgili ne o bir şey sorar ve ne de ben bir şey söylerdim. Fakat orada kaldığım takriben bir saat civarındaki sohbetinden sonra sorularıma, takıldığım hususlara cevap almış, mesrur bir şekilde yanlarından ayrılırdım. Bu bir defaya mahsus olmayıp ne zaman gittiysem aynı şekilde tekrar etti.”
Üstâdı Mahmud Sâmi Efendi Hazretlerine (k.s.) Bağlılık ve Teslimiyeti
Muhterem Ömer Öztürk’ün şimdiye kadar kısmen bahsedilen güzel ahlâkı kazanmaları ve ustaca gizlemelerinden ötürü en yakınlarının bile çok az bir kısmına vâkıf olabildikleri mânevî hâllerine ve kemâlata kavuşmalarına en mühim sebep, şüphesiz mürşid-i kâmillerine olan teslimiyetleri olmuştur. Abdulkadir-i Geylâni (k.s.), “Bir kimse hakikî bir mürşide tam anlamıyla (yıkayıcı elindeki ölü gibi) teslim olur ve yolunda giderse o mürşit, müridini Allah Rasûlü’ne (s.a.v.) teslim eder. Ol Nebi-yi Muhterem’i (s.a.v.) bu dünyada baş gözüyle de görür” buyurmuştur. Tabii bu vesile ile o kişide artık insan-ı kâmile ait bütün güzellikler zâhir olur.
Gençliklerinden itibaren Sâmi Efendi hazretlerinin gerek nefis tezkiyesi ile alâkalı, gerekse yapılacak hizmetlere dair her türlü talimatlarını yorum katmadan yerine getirmeye çalışmışlardır. Öyle ki Hz. Mahmud Sâmi (k.s.) Medine’ye geri dönmemek üzere hicret müjdesini kendilerine tebliğ ettiğinde “Kimseye haber vermezsiniz, yanınıza da fazla bir eşya almazsınız” sözü gereği, kundaktaki çocuğunu ve ailesini Cenâb-ı Hakk’a emanet ederek ve hicretle ilgili bir şey demeden, tek bir bavulla hicret yoluna revan olmuşlardır.
Yine Hazret’in “Gençliğe mürebbi olunuz” emrini halen yerine getirmeye devam etmektedir. (Allah (c.c.) gölgesini üzerimizden eksik etmesin.) Hz. Sâmi’nin (k.s.), “Bulunduğunuz yerin İslâm’a aykırı olmayan kurallarına uyarsınız” emrini en kapsamlı şekilde uygulamış, bu emir mucibince hayatı boyunca trafik kurallarına bile harfiyen uymuştur. 1970’li yıllardaki düşük hız sınırlarına bile daimi sûrette riâyet etmiştir. Tâ ki Sâmi Efendi hazretlerinin ihvâna umumi olarak saatte 90 km’den fazla yapılmamasını söyleyinceye dek. Hazretin bu sözlerini emir kabul edip emirlerinin dışına hiç çıkmamışlardır. Kendileri 3 kez özel arabaları ile hacca gitmiş, çoğu yerde yollar hızlı gitmek için elverişli, kendi araçları da müsait olduğu hâlde, bu üç yolculukta toplam 24 bin km. yolu 90 km hızla tamamlamışlardır. İşte teslimiyet ve sabır…
Yine Sâmi Efendi hazretleri, son ziyaretten önce “İhvana söyleyiniz; elimi öpmesinler, her elim öpüldüğünde ayrı bir ıstırap duyuyorum” buyurdukları için yaklaşık 400 kişiye tek tek bu emri tebliğ etmişler; Hazret’in her türlü talimatlarına olduğu gibi burada da bir emir eri hassasiyetiyle söylenileni olduğu gibi yerine getirmişlerdir.
Son devir Kayseri ulemâsından ve Sâmi Efendi hazretlerinin ihvanından, Bağdat’ta ilim tahsil etmiş merhum İbrahim Eken Hocaefendi, Muhterem Ömer Öztürk için:
– Ömer Bey, Efendi hazretlerinden bir hadîs-i şerîf duysa, hadisin sıhhat derecesini araştırmaz; şu balkondan aşağı atla dese düşünmeden atlar; ÖMER ÖZTÜRK BİR EKOLDUR, demiştir.
Mekke’ye Yolculuk…
Hz. Sâmi’nin sağlığında Muhterem Ömer Öztürk’ün gözü kulağı Sâmi Efendi hazretlerinden gelecek bir habere, bir talimata göre ayarlıydı. Bunun sırlarla dolu örneklerinden biri:
Büyük kızının doğumundan bir hafta sonradır. Bir gece yarısı kapısı çalınır. Gelen kişi tanıdıktır ve şunları söyler:
– Sâmi Efendi hazretlerinin talimatı var. Kimseye haber vermeden derhal evden çıkacaksın. Yaya olarak Mekke’ye gideceksin.
Evdekilere bir şey demeden evden çıkar ve yürümeye başlar. Aklından ‘nereden gideceğim’ diye bir yol haritası yapar. Erenköy’den Bostancı’ya kadar yürür. Bu sırada sırtına bir el dokunur. Bu aynı kişidir.
– Geri dön! Sâmi Efendi hazretleri sizi çağırıyor, der.
İşte teslimiyet!
Hz. Sâmi (k.s.) ile Aralarındaki Derin Bağ
Hz. Sâmi’nin (k.s.) hekimlerinden ve eski MTTB Genel başkanlarından Abid Özmen anlatır:
“Nefsimin azgınlaştığı, üzerimdeki her türlü nimete biiznillah vesile olan velinimetim Muhterem Ömer Öztürk ağabeyimi üzdüğüm günlerden birindeydi. O gün Türkiye’ye gidiyorlardı. Uğurlamaya gittim. Bana ayrılırken sadece ‘Allah (c.c.) rahatlık versin’ dediler. Daha sonra, sonda değiştirmek için Hz. Sâmi’nin (k.s.) huzuruna kabul olundum. Sondalarını değiştirdim. Hz. Sâmi (k.s.), normal zamanlarda, mübârek ellerini işim bittikten sonra yorganın (çarşafın) üzerine koyarlar ellerini öper, dualarını alırdım. O gün ellerini çarşafın altına soktular ve hiç çıkarmadılar. Bana biraz evvelki cümleyi aynen söylediler:
“Allah (c.c.) rahatlık versin.”
Aralarındaki derin muhabbet ve bağı anlamış oldum; Ömer ağabeyimizi üzen, Sâmi Efendi hazretlerini de üzmüş, Ömer ağabeyimize muhalefet eden Sâmi Efendi hazretlerine muhalefet etmiş oluyordu. Muhterem Ömer ağabeyimiz ile temasta olan arkadaşların onu atlayıp Efendi hazretlerine ulaşmasının mümkün olmadığını ayne’l-yakîn görmüş oldum.
Vefânın Böylesi…
Hz. Mahmud Sâmi Ramazanoğlu’nun (k.s.) 1984’te irtihalinden sonra Muhterem Ömer Öztürk, Medine-i Münevvere’de bulunduğu zamanlarda her gün sabah namazı sonrası Hz. Sâmi’nin (k.s.) kabrinin bulunduğu Cennetü’l-Bakî‘ penceresine gelerek oradan ziyarette bulunur. Eğer sıhhatlerinden dolayı sabah namazına çıkamamış ise yatsı namazı sonrası muhakkak ziyaret eder. Bu durum tam 30 küsur yıldır ve hâlen biiznillah hiç aksamadan her gün devam etmektedir.
Medine’de Yusuf Emmi’yi Ziyaret
Yine bir yakını şunları anlatır:
“Ömer ağabey bir gün bizi (Refik Tayla, Ali Öztürk, Mahmûd Kirazoğlu) Medine’de yaşayan, Hz. Sâmi (k.s.) Efendi’mizin ihvanından Yusuf Emmi adında yaşlı bir zâtı ziyarete götürdü. Ziyarette hasbihalden sonra Ömer ağabey, Yusuf Emmi’nin sorduğu sorulara toprak gibi mütevazı cevaplar verdi. Bunun üzerine Yusuf Emmi şehadet parmağını Ömer ağabeye doğru uzatarak aynen şunları söyledi:
– Bana bak, senin nasıl biri olduğunu söylersem, mânevî hâlini ifşâ edersem, o zaman görürsün!’
Yani Yusuf Emmi:
– Bu kadar da mütevazı olma, ne olduğunu, mânevî vazifeni en azından yanındaki arkadaşlarına söyle!’ demek istedi ama Muhterem Ömer ağabey bu hususta tavır ve davranışlarını hiç değiştirmedi.”
[1] es-Sülemî, Ebû Abdu’r-rahmân, Tabakâtu’s-Sûfiyye, Kahire, 1949, s. 418; el-Kuşeyrî, er-Risâle, s. 158.
[2] Buhârî, Rikak 38.