Muhibb-i Rasûlullah (s.a.v.) olarak bilinen Abdullah bin Ömer (r.a.), Hz. Peygamber (s.a.v.)’in irtihalinden sonra O (s.a.v.)’a olan aşırı sevgisinden dolayı, yürüdüğü yollarda yürümüş, altında gölgelendiği ağacın altında oturmuş, Nebi (s.a.v.) ne yapmışsa hiç yorum katmadan aynen tatbik etme çabasında bulunmuştur.
“Bizim sünnet anlayışımız da İbn Ömer (r.a.)’in sünnet anlayışıdır” buyuran Muhterem Ömer Öztürk hayatlarını, sünneti yaşamaya adamış ve bunu fiilen ispat etmiştir. Bu devirde sünnete uymanın nasıl gerçekleşeceğini anlamak isteyenler için, Ömer Öztürk’ün hayatının her safhası dersler ve ibretlerle doludur.
Bir sohbetinde şöyle söylemiştir:
“Eğer peşinden gittiğin zâtın, söylediği söz, yaptığı fiil ve davranışlar Rasûlullah (s.a.v.)’a uyuyorsa doğru, uymuyorsa yanlıştır. Benim şeyhim, liderim, ağabeyim, çok büyük bir zâttır, bir bildiği vardır, mânen çok büyüktür, kerametleri görülmüştür, sünnete aykırı bu hareketini şunun için yapmıştır gibi yorumlara girmeden söylenecek tek söz şudur: ‘Bizim için tek bir ölçü ve dünya âhiret kurtuluş reçetesi vardır, o da Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm efendimizin şeriat-ı garrâ-yı Muhammediye’sidir. Ona uyan her şey doğrudur, haktır, gerçektir, ona uymayan her şey de her ne sebeple yapılırsa yapılsın yanlıştır, bâtıldır, yalandır.”
“Müslüman karşısına gelen hâdiseyi sünnet aynasına tutmalı; eğer orada yer buluyor, o aynaya uyuyor ise almalı, kabul etmeli; uymuyorsa kabul etmemeli, reddetmelidir.”
Muhterem Ömer Öztürk söylediği şeyleri önce kendi nefsinde tatbik etmiş, daha sonra insanlara tavsiye etmiş, bu düstura hayatları boyunca çok büyük bir titizlikle riâyet etmiştir. Yanındakilere:
“Benim doğrumu yanlışmış gibi göstermeye çalışanla işim yoktur; ona hakkımı helal eder, hesabını ise Allah’a havale ederim; ama benim asıl düşmanım bana yanlışımı doğruymuş gibi göstermeye çalışandır. Mahşer sabahı iki elim onun yakasındadır. Ona hakkımı helal etmiyorum. Benim sözümde ve fiilimde eğer sünnete muhalif bir şey görürseniz bunu kabul etmeyin” demişlerdir.
Âyet-i kerîme: “Allah’a ve âhiret gününe îmân eden bir topluluğun, babaları veya oğulları veya kardeşleri veya akrabâları bile olsalar, Allah’a ve Rasûlü’ne karşı gelen kimselerle dostluk ettiklerini (göremez, onları o hâlde) bulamazsın! İşte onlar ki, (Allah) kalblerine îmânı yazmış ve tarafından bir ruh (ilâhî bir yardım) ile onları kuvvetlendirmiştir. Ve onları, içlerinde ebediyen kalıcı oldukları, altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacaktır. Allah onlardan râzı olmuştur ve (onlar da) ondan râzı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın hizbidir (taraftarlarıdır)! Dikkat edin! Şüphesiz ki Allah’ın taraftarları, gerçekten kurtuluşa erenlerdir!”[1]
Tebliğde Zarâfet ve İncelik
Muhterem Ömer Öztürk’ün tebliğdeki zarif uslûbunu anlatan ibretlik bir menkıbe şöyledir. Fatih Gençlik Vakfı’nın eski bursiyerlerinden Selçuk Balıkçı anlatır:
“İstanbul’da üniversitede okurken Fatih Gençlik Vakfı’ndan burs alıyordum. O sene, vakfın kurucusu ve burslarımızı veren Muhterem Ömer Öztürk yirmi bir bursiyeri umreye götürdü. O grubun içerisinde kafile başkanı olarak ben de bulunuyordum. Medine’de bir öğle namazını Mescid-i Nebevî’de Ömer ağabey ile beraber kıldık. Mescidden çıkarken Ömer ağabeyin umreye götürdüğü öğrenci arkadaşlardan Enes Koç:
– Efendim mescidden hangi ayakla çıkılır? diye sordu. Kendileri:
– Mescide sağ ayakla girilir, sol ayakla çıkılır, dedi. Enes heyecanla:
– Ama siz sağ ayakla çıktınız!’ dedi. Bunun üzerine:
– Öyle çıktıysam hata etmişim, dedi.
Oysaki kendileri çıkılması gereken ayakla, yani sol ayakla mescidden çıkmıştı. Burada Ömer ağabey hem o arkadaşın kalbini kırmamak hem de yukarıda bahsettiğimiz ‘yapılan yanlışı savunma’ durumuna düşmemek için böyle söyledi.
Ömer ağabeyin verdiği cevaptaki çok mühim bir incelik de şudur: Burada hem o arkadaşın kalbini kırmamış, hem yanlışı savunmamış, hem de bütün bunları yaparken yalan söylememiş oldu. Yani, ‘Hata ettim’ deseydi yalan söylemiş olacaktı. Çünkü sol ayakla mescidden çıkmışlardı. ‘Yok, hata etmedim sen yanlış gördün’ dese hem o arkadaşın kalbini kıracak hem de yanlışı savunmuş olacaktı.
“Öyle çıktıysam hata etmişim” diyerek çok yönlü bir cevap vermiş oldular. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in sünnetini bu kadar ince bir şekilde anlayıp yaşayan Ömer ağabeyden Allah bizleri ayırmasın.”
Evlilik ve Tesettüre Riâyet
Rahmetli babası, Mahmud Sâmi Efendinin: ‘Ömer’in iki işi kaldı. Biri askerlik biri de evlilik. İkisi bitince esas mühim hizmeti başlayacak!’ sözünü hatırlatınca Öztürk babasına:
‘Tamam, o söyledikten sonra, nasıl isterse öyle yaparım’ diye mukabelede bulunur.
Sâmi Efendi hazretleri de nezaket gösterip evlendiği günün akşamı yatsı namazından sonra evin kapısına kadar refakat edip kapıda dua eder.
Bundan önce evlenmek istemeyişinin sebebini ise kendisi şu şekilde anlatır:
“O günlerde hiç yaygın olmasa da topuğa kadar elbise giyilecek, benim kardeşlerim dâhil hiç kimse ile görüşmeyecek, (Kur’ân-ı Kerim’de sayılan 19 kişinin dışında) Yanında mahremi olmadan dışarı çıkmayacak. Bu teklifi o zaman kimse kabul etmez. Ne ben kimseyi rahatsız edip müşkil durumda bırakayım ne de başkası beni rahatsız etsin! Yoksa evlenmek Peygamber (s.a.v.) tavsiyesi, sünnetidir, hepimiz için boynumuzun borcudur. Ama Sâmi Efendi hazretleri babama böyle söyleyince “Tamam mesele yok” dedim o zaman.”
O arada askerlik için kısa dönem gitme fırsatı çıkar. Beş altı ay içerisinde askere giderek askerlik vazifesini de yerine getirmiş olacaktır. Ömer Öztürk’e:
– Kimi istersin, diye sorarlar. O da:
– Siz uygun birini bulursanız evlenirim, der. Bu defa da:
– Peki görmeyecek misin? derler.
– Lüzum yok, istihare ettirirsiniz. Hazret de tamam derse mesele yok. Ama aramızda hakem, Kur’ân-ı Kerim ve Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün sünneti olacak. Bu şartlar dâhilinde olursa görmeme de gerek yok, diye cevap verir.
Uygun aday bulunduktan sonra bu konuda istihareye yatan üç kişiden ikisi rüyasında Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’i görmüştür.
Öztürk’ün evlendiği sene, yani 1975’de kadınların tesettürü için topuğa kadar örtünme diye bir şey yoktu. Kadının elbisesi diz kapağını geçerse tesettürü tamam addediliyordu. Rahmetli annesine der ki:
– Ana, kız tarafına söyle, elbiseleri topuğuna kadar diktirsinler. Aksi hâlde benim evime gelince giyemez. Sonra derler ki bu kadar elbise diktirdik hiçbirini giydirmedi. Annesi ise böyle bir şey diyemeyeceğini, utanacağını söyler.
Bunun üzerine:
– Ben söylerim. Utanacak bir şey yok, der ve daha önce nikâh da yaptıkları için kız evine gidip durumu anlatır.
Mahremiyete Riâyeti
Muhterem Ömer Öztürk’ün muhtereme zevcesi ile biraderleri (eşinin kayınları) dahi tanışmış görüşmüş değildir. Kerîmeleri, karma eğitim veren okullarda eğitim görmemiştir. Yine ailelerinin çarşı–pazar gibi yerlerde bulunmak âdeti olmamıştır. Evlerinin bütün alışverişleri ve dışarı işleri kendileri tarafından bizzat ve hizmetini görenler tarafından yapılmıştır.
Muhterem Ömer Öztürk, kendi hayatında tatbik ettikleri kadın–erkek ilişkisine dair İslâmî usûlleri sohbetlerinde şöyle anlatır:
“Bilindiği üzere kadınlar yabancıların olduğu mekânlara çıktıkları zaman el, ayak ve yüzleri dışında bütün vücutlarını kapatmak durumundadır. Cenâb-ı Hakk, Kitab-ı Kerim’inde birbirlerini görmeleri ve aynı mekânda bulunmaları haram olmayan on dokuz kişi saymıştır ve kadının onların dışındaki kişilerle görüşmesi, konuşması şer’an câiz değildir. Bu on dokuz kişi ile görüşmelerinde, konuşmalarında bir sakınca yoktur.
Bazılarına göre kadın evde hiçbir iş yapmayacak, süslenip sokağa çıkarak kendisini sokakta takdim edecek! Hâlbuki Allah (c.c.) tam tersine kadının ziynetlerini gizlemesini emretmektedir. Kadının en büyük ziyneti ise kendi güzelliğidir ve ilk önce bunu gizlemesi gerekmektedir.
Tesettür-i şer’iyyeden maksat kadının ziynetlerini saklamak, nâmahreme güzel ve hoş görünmemesini sağlamaktır. Tesettür güzel görünmek için değildir.”
Dişlerinin Kırılmasından Duyduğu Mutluluk
1963 Senesinde 17 yaşındaki Genç Ömer, Üveys el-Karanî hazretlerinin hayatını okur. Hz. Ömer (r.a.) ile Hz. Ali (k.v.), Peygamberimiz (s.a.v.)’in hırkasını Üveys el-Karanî hazretlerine getirmiştir.
Üveys el-Karanî hazretleri de, Hz. Ömer (r.a.) ile Hz. Ali (k.v.)’ye Peygamberimiz (s.a.v.)’i ne kadar sevdiklerini sorar. Onlar da sevgilerini ifade edince Üveys el-Karanî hazretleri:
– Efendimiz (s.a.v.)’in Uhud savaşında dişi kırıldı, sizin ağzınızda dişleriniz duruyor. O (s.a.v.)’nun bir dişi kırılınca ben ağzımdaki dişlerin hepsini söküp attım. O (s.a.v.)’nun bir dişi kırılınca, bana diş lazım değil dedim, buyuruyor.
(Bu menkıbe Üveys el-Karanî hazretlerine ait bir durumdur, ona mahsustur. Sıradan insanların böyle bir şeye kalkışmaları uygun olmaz. Efendimiz (s.a.v.) onun için; “Ben Yemen’den Rahman’ın kokusunu alıyorum” buyurmuştur.)
Genç Ömer, bunu okurken anlatılanlar hoşuna gider, ‘Allah bize de böyle bir îmân nasip etsin’ diye dua eder. Bu sözü söyledikten bir müddet sonra yemek yerken kaşığa dişi basınca öndeki dişi kırılır. 17 yaşında bir gencin öndeki dişi kırılınca ortaya çıkan görüntüden çok üzülür. Sonradan fark eder ki bu kırılan diş tam da Uhud’da Efendimiz (s.a.v.)’in kırılan dişinin karşılığıdır. Bu işin o duadan olduğu hiç aklına gelmez. Konuyu kendileri şöyle îzah ederler; “1980 senesinde Cenâb-ı Hak hatırıma getirdi ki ‘Üveys el-Karanî gibi îmânım olsun diye dua ettiğim için dişim kırılmıştı.’ Bunun üzerine yeniden Cenâb-ı Allah’a sonsuz hamd-ü senâda bulundum.”
Seyyidü’l-Beşer (s.a.v.)’e Olan Muhabbeti
Ömer Öztürk’ün Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’e sevgi ve bağlılıklarının izleri bütün harekât ve sekenâtlarında kendisini göstermektedir. Kendisi iki cihan güneşinin gözü yaşlı bülbül-i nâlânı olmuştur.
Eyüp Sultan tarafında oturan, şimdi rahmet-i Rahman’a kavuşmuş olan ehlullahtan olduğunu zannettiğimiz, hâl ehli Vasfi amca adında bir zât vardır. İhvânın kendisine zaman zaman muhterem üstâdın hâl ve kelâmlarından anlatması üzerine, Muhterem Ömer Öztürk’ü dünya gözü ile hiç görmeyip gıyaben ve mânen tanımış olmasına rağmen onun hakkında;
“Ömer Efendi dünyadaki peygamber âşıklarının başıdır” buyurmuştur.
Beyit:
“Sustuğumda hep seni düşünür,
Konuşunca seni anarım…”
Her sohbetinde baştan sona Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’i anlatır, anlattıkları konu başka yerlere uzansa da sonucu hep o şanlı Nebî (s.a.v.)’e bağlar, her vesile ile ona uymayı tavsiye ederler.
Salâvat-ı şerife getirmeye çok ehemmiyet verir; kendisi Nebi (s.a.v.)’in ism-i şeriflerini salâvatsız ağzına almaz. Günlük virdleri arasında Delâilü’l-Hayrât bulunur. Hatta bu eseri iki kez bastırarak herkesin okumasını tavsiye etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in 201 ism-i şerifinin ezberlenmesini tavsiye eder ve kendisi de sürekli vird olarak ezberden buna devam etmektedir.
Nebi-yi Ekrem (s.a.v.) ile ilgili her hususa son derece önem verir, Nebi (s.a.v.) ile ilgili her konuyu üstün bir edep dairesi içinde ele alır ve O’na tazime çok önem verilmesini tavsiye ederler. Peygamberimiz (s.a.v.)’e hürmetsizlik edenlere, ‘Bize Kur’ân yeter’ diyerek Peygamberimiz (s.a.v.)’i ve ona tâbi olmamızı sağlayan mezhep imamlarımızı aradan çıkarmaya çalışanlara ve ehl-i sünnete muhalif her türlü akıma karşı gayrete gelir ve salâbet-i diniyyelerini ortaya koyar. Yunus Emre’nin:
“Emir hac göçeli hayli zamandır
Muhammed (s.a.v.) cümleye dindir, îmândır.”
beytinde anlattığı gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e uymayı İslâmî anlayışlarının esasına oturtmuştur.
Aynı bağlılığı başta Hz. Ebû Bekir es-Sıddık (r.a.) olmak üzere bütün sahabe efendilerimize de gösterir. Sohbetlerinde sık sık sahabîden (r.a.e.) örnekler verir. Ashâb (r.a.e.)’dan bahsederken isimleri az duyulmuş sahâbîleri bile isimleriyle, vasıflarıyla, akrabalık ilişkileriyle birlikte zikreder, menkıbelerini gözyaşları ile anlatır ve her vesile ile onlara hayranlıklarını ifade ederler. Bu ifadelerinden şâheser olanlarından biri şudur:
“Ashâb-ı Kehf’in köpeği Kıtmîr, sırf Ashâb-ı Kehf’in yolunda bulunduğu için Cenâb-ı Hakk, Kitab-ı Kerim’inde birkaç yerde kelbuhum diye ondan bahsetmiştir. İnşaallah biz de Ashâb-ı Kiram’ın Kıtmîr’iyiz. Ashâb-ı Kiram, Ashâb-ı Kehf’ten daha üstün olduğuna göre, Ashâb-ı Kiram’a tâbi olmanın Allah (c.c.) indindeki değerini kıyas edin…”
[1] Mücâdele sûresi, 22. âyet.