Bir hadîs-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: “Rabbin rızası, ana-babanın rızasında; gazâbı da, ana-babanın gazâbındadır. Ana-babasının rızasını alan mü’mine cennetten iki kapı, üzene de cehennemden iki kapı açılır.”[1]
Babası Merhum Mehmed Öztürk, bir gün Ravza-i Mutahhara’da kendisine, “Evladım, diğer babalar evlatlarından bir kez razıysa ben senden yüz kez razıyım” der. Merhume annesinin isteği üzerine her sene iki kez Türkiye’ye gelirler, geldiklerinde de her gün mutlaka annelerine uğrarlar, duasını alırlardı.
Bir cemiyette muhtereme annesi Hâtun hanımefendi şöyle demiştir:
“Babası Hacı Mehmed Efendi Türkiye’deki torunlarının hâfız olması için çok uğraştı, ama hiçbiri hâfız olmadı. Hâlbuki Ömer’in çocuklarının hepsi hâfız oldu. Bizim o çocuklar üzerinde hiçbir emeğimiz olmadığı hâlde çocuklarla ilgili şeyleri hep bize sorar, biz de sen daha iyi bilirsin oğlum, deriz. Yani her zaman bizim rızamızı arar, anne-babasının önüne geçmemeye çalışırdı.”
Sohbetlerinde de ana-babaya itaat konusu üzerinde çok durur, ana-baba hakkına riâyeti hep tavsiye ederler. Sohbetlerine iki erkek evladıyla birlikte katılan birisi şunu söylemiştir:
“Sizi tanımadan önce bu çocuklar bizi ana-baba yerine koymazlardı. Birbirlerine sürekli bağırırlardı. Sizin eğitiminiz sayesinde ana-baba bilir oldular. Kendi aralarında da geçinir oldular.”
Hz. Sâmi (k.s.):
“Ömer Öztürk’ün ailesi örnek ihvân ailesidir”, buyurmuşlardır.
Otuz küsur yıllık evliliklerinde bir kez olsun ailelerine karşı seslerini yükseltmemişlerdir.
Bu davranışlarının temeli de şu hadîs-i şerîftir:
Abdullah bin Mes’ud (r.a.) anlatır:
Rasûlullah (s.a.v.); ‘Siz aranızda kimi yiğit sayarsınız?’ diye sordu.
Biz de ‘Kendisini pehlivanların yıkamadığı, mağlup edemediği kimseyi’ dedik.
Rasûlullah (s.a.v.), ‘Hayır, o pehlivan değildir, asıl pehlivan öfke anında kendisine hâkim olabilen, kendisini tutabilendir’ buyurdu.[2]
Ailelerini mahremsiz dışarı çıkarmamışlar, çarşı-pazar gibi umumi yerlere gitmekten onları korumuşlardır. Ailelerinin her türlü ihtiyacı dışarıdan kendileri tarafından temin edilerek eve getirilmiştir. Kendileri bir erkek dört kız babasıdır. Çocuklarının hepsi de Kur’ân-ı Kerim’i hıfzetmişlerdir.
İslâm’da Kadına Verilen Değer
Ömer Öztürk, İslâm’da kadının yerini sohbetlerinde şu şekilde anlatmıştır:
“İslâm’da kadına verilen değeri anlamak için öncelikle İslâm öncesi devirde Arap yarımadasında kadının durumunun ne olduğunu bilmek gerekir. İslâm öncesi devirde Arap yarımadasında bir kadının kocası öldüğü zaman, bir erkek dul kalan o kadının başına çarşaf veya örtü gibi bir bez parçasını atarsa kadın onun malı sayılıyordu. O devirde Arap yarımadasında kadınlara bakış bu seviyede iken, Rasûlullah (s.a.v.) risaletle şereflendirildikten sonra çok kısa bir süre içerisinde kadına bakış açısı: “Cennet anaların ayakları altındadır”[3] hadîs-i şerîfine uygun hâle dönüşmüştür. Tek başına bu hadîs-i şerîf bile bir kadına şeref olarak yeterlidir.
Güya medenî olduğu için kimi kesimlerce örnek alınan Avrupa’da 19. yüzyıla kadar kadının insan olup olmadığı tartışılıyordu. Kadının içinde şeytan bulunduğuna inanılıyor ve bu yüzden İncil’e dokunmasının ne derece doğru olup olmadığı tartışmaları yapılıyordu.
Kadının erkekle eşit olması, günümüzde olduğu gibi onun soyulması ve reklam aracı hâline getirilip sırtından para kazanılması değildir. Bunu zaten Cahiliye devri Arapları da yapıyordu. Şimdi birçok yerde olduğu gibi Türkiye’de de kadın-erkek eşitliği propagandası yapılmaktadır. Yaratılış itibarıyla birbirine eşit olmayan kadın ve erkeği birbirine eşitmiş gibi göstererek ne elde edilebilir?”
[1] Tirmîzî, Birr 3.
[2] Müslim, Birr 106; Ebû Davud, Edeb 3.
[3] Nesai, Cihad, 6.[/vc_column_text][/vc_column][/vc_row]