Abdullah ibn Mesud (r.a.)’den Rasûlullah (s.a.v.)’ın şöyle buyurduğu rivâyet olunmuştur:
“(Sözünde, işinde) doğruluk, insanı hayra ulaştırır, hayırlı işler de cennete kılavuzluk eder. Kişi daima doğru söz söyler ve nihayet Allah katında doğrulardan olur. Yalancılık da muhakkak insanı kötülüğe sürükler, kötülük de cehenneme götürür. Kişi hep yalan söyler ve nihayet Allah katında yalancılardan olur.”[1]
Doğruluk peygamberlerin ahlâkıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in de en çok önem verdiği hususlardan biri olan doğruluğun ne derece mühim olduğunu ve tam mânâsıyla yerine getirmenin ne kadar zor olduğunu, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” âyeti indikten sonra Nebi (s.a.v.); “Hud sûresi beni kocattı” buyurarak beyan etmişlerdir.
Hayatları dürüstlükten ibaret olan, her hâlükârda doğru kalmayı kendilerine düstur edinen Muhterem Ömer Öztürk’ün doğruluğu, kendisini tanıyan Müslüman olsun olmasın herkes tarafından bilinen ve tasdik edilen bir husustur.
Onu tanıyan her Müslümanın onun doğruluğuna ve dürüstlüğüne şahâdeti âşikârdır, izahtan vârestedir. Müslüman olmayanların şahâdetine gelince; Galatasaray Lisesi’nde beraber öğrenim gördükleri ve masonluk inancını benimsemiş bazı kişilerin ısrarlı talepleri üzerine yıllar sonra bir araya geldiklerinde kendilerine siyasî gidişatla ilgili sorular yöneltmişler ve bu esnada sürekli Muhterem Ömer Öztürk’ün doğruluğuna vurgu yaparak:
“Ömerciğim, bak sen yalan söylemezsin, bu hükûmet şu şu işleri yapar mı, yapmaz mı? İslâm’ı getirecekler mi?” şeklinde sorular sormuşlardır. Bu diyaloğun konumuzla ilgili kısmı ise, o kişilerin konuşmaları esnasında sık sık, “Sen yalan söylemezsin, sen doğru söylersin” lafzını kullanmalarıdır.
Bir insanın mason olabilmesi için üç kitap üzerine yemin etmesi gerekir. Dolayısıyla mason olan kişi (önceden Müslüman ise) Müslümanlıktan çıkmıştır. Mason olan bu kişilerin Muhterem Ömer Öztürk’ün doğruluğuna şâhitlik etmesi bu tarz insanların bile kendilerinin doğruluklarını itiraf etmeye mecbur kaldıklarını gösterir. 30–40 sene boyunca görüşmediği kişilerin sürekli kendilerinin dürüstlüklerine atıf yapması da Muhterem Ömer Öztürk’te doğruluğun, çocukluk ve gençlik çağlarından itibaren mümeyyiz bir vasıf olduğunu göstermektedir.
1972 senesinde başbakan olan Ferit Melen’e sunulan ve başbakanın, odasında kendisine bizzat gösterdiği bir istihbarat raporunda kendileri hakkında şu ifadeler yer almaktadır:
“Yüksek ikna kabiliyetine sâhiptir. Kendisi hakkında en doğru bilgi, yine kendisinden alınır ve kesinlikle yalan söylemez.”
Bu da kendilerinin çevresinde bulunup dost görünerek istihbarat faaliyeti yapan kimselerin şahâdetidir.
Böylece, dost-düşman, herkes Muhterem Ömer Öztürk’ün doğruluklarını ikrar ve itiraf etmiştir. Hakkında; “Onlar sana yalancı demiyorlar, bizim âyetlerimizi inkâr ediyorlar”[2] âyeti inen ve herkes tarafından “Emin” lakabıyla anılan Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ve “Bir yalan söylersem din yıkılır” buyuran Rasûl-i Kibriyâ (s.a.v.)’ın halifesi Ebû Bekr-i Sıddık (r.a.)’ın[3] ahlâkları ile ne derece ahlâklanmış olduklarına bunlar birer delildir.
On üç yaşından itibaren yaptıkları demir ticaretini üniversite yıllarında da devam ettirmişler, nas, “dürüst tacir” olunacağını, muamelelerinde İslâmî esaslara tam uyarak göstermişlerdir.
Ellerinin Tersiyle İttiği Servet
Hayatları; Allah’ın hudutlarını korumanın ve dürüstlüğün, eşine zor rastlanır cinsten örnekleriyle dolu olan Ömer Öztürk ile alâkalı şu vak’a zikredilebilir:
1976 yılında Sokullu Camii’nden Şişhane’ye, Taksim’e doğru yokuşu çıkarken sağ tarafta Karagül İş Merkezi’nde kendilerinin dükkânı vardı. Bir gün dükkânda otururken adının Mehmet Karagül olduğunu söyleyen bir adam içeriye girdi ve:
– Biz bu pasajı 7 milyon liraya satın aldık. Burayı yıkıp yerine büyük bir iş merkezi yapacağız. Bu dükkândan ne zaman çıkacaksınız?’ dedi.
Muhterem Ömer Öztürk de ona:
– Mart sonunda mukavelem bitiyor. Mukavelem bitince çıkarım’ dedi. O da elindeki gazeteye sarılmış 1 milyon lirayı uzattı:
– Ben burayı 7 milyon liraya aldım, 6 milyonunu mal sâhibine verdim. Bu 1 milyon lira da senin hakkın, dedi.
1976 yılında bir Cumhuriyet altını 400 lira; verdiği para ile 2500 tane Tam Cumhuriyet altını alınıyordu. Bu para o zamanki ekonomik şartlar içerisinde Türkiye’de sayılı kişilerde bulunan büyük bir servet değerinde idi. Muhterem Ömer Öztürk:
– Ne münasebet, bu parayı hak etmedim. Hakkım olmayan parayı da alamam. Ama merak etme, bizim için söze sadakat her şeyden mühim. Mart sonunda mukavelem bitiyor. Biz mukavele ile bağlıyız, sözümüzde dururuz. Mart sonunda dükkânı boşaltır, sana teslim ederim. Al kardeşim sana paran helal olsun, hayırlı olsun, dedi.
Adamcağız inanamadı: ‘Gerçekten boşaltacak mısın?’ diye birkaç defa sordu. Aynı cevabı alınca adam sevincinden, ‘Bu devirde böyle insanlar da var mı’, diyerek Öztürk’ün boynuna sarıldı.
10 Milyon Dolarlık Arsanın Satışı Meselesi
Bir başka hâdise Ali Müfit Gürtuna’nın belediye başkanlığı sırasında gerçekleşir:
Muhterem Ömer Öztürk’ün Ankara Asfaltı’nda, Göztepe’nin ilerisinde müşterek bir arsası vardı. Bitişik iki parselden ibaretti ve arsanın satılması da gündemdeydi. Arsanın toplamı otuz üç dönümdü, 4,5 dönümü camiye ayrılmıştı; 28,5 dönümü ise satılacaktı.
Bu hâdiseden bir müddet evvel Koç Grubu aynı arsaya talip olmuştu. O zamanki râyice göre ön tarafla arka taraf ne eder diye bir fizibilite raporu hazırlatılmıştı. Ön taraf dört, arkası bir; yani %80 ön taraf, %20 arka taraf şeklinde bir rapor çıkarılmıştı. Koç Grubu da 10 milyon dolar teklif etmiş, ancak anlaşma sağlanamamıştı. O alışveriş kaldı, lâkin orantı ve piyasa fiyatı aşağı yukarı belli olmuş oldu.
Muhterem Ömer Öztürk’le beraber arsada hak sâhibi olan ortaklar, arsanın arka tarafını İSKİ’ye satmak istiyorlardı. Yani %20 değerinde olan yeri… Toplamına 10 milyon verilen yerin arka tarafı 2 milyon eder. Ortaklar bir şekilde İSKİ’yle 8 milyon liraya anlaşmışlar, iş İSKİ’den çıkmış, onay alınmış, İSKİ’den sonra belediye yönetimi onaylamış, Ali Müfit Gürtuna da imzalamış ve Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’na göndermiş. Tabii Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nın onay vermesi lazım.
Muhterem Ömer Öztürk ortaklara sorar:
– Yani bu hak mı? Devleti kazıklıyor olmuyor muyuz? Oraya Koç 2 milyon lira değer biçti. Hadi Koç bizim istediğimizi vermedi, değeri 3 milyon lira olsun. Siz 3 milyon liralık yeri 8 milyon liraya satıyorsunuz. Onların değerlendirmesini esas alırsanız, fizibilite raporuna göre 8 milyon lira arka tarafa ödenirse 32 milyon lira da ön tarafa ödenmesi lazım. O zaman toplamı 40 milyon lira ediyor.
Ortaklar, ‘Alan râzı, satan râzı’ derler. Bunların hepsi Müslüman insanlar, ama verdikleri cevap maalesef buydu… Ve bu, Türkiye’deki zihniyeti yansıtıyor.
Bakanlıktan Döndürülen ‘Kârlı’ Satış
Ortaklarının bu yaklaşımı üzerine Muhterem Ömer Öztürk, Galatasaray Lisesi’nden mezun Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nda müsteşar veya genel müdür eski arkadaşlarını, tanıdıklarını devreye sokar. Ortaklardan habersiz olarak bu arkadaşları vasıtasıyla alışverişi Bakanlık’tan bozdurur.
Devleti aldatmakla, insanı aldatmak birbirinden çok farklı… Devleti aldatmak çok daha kötü bir şey. Bir kişiyle olan münasebetinizde, netice itibariyle gidip kendisiyle helalleşme, parayı geri verme imkânınız var. Devletle nasıl helalleşeceğiz, Allah muhafaza buyursun. Devletin parası kimin? Devlet dediğimiz şey milletin teşkilatlanmış hâlidir. Bu paralar, milletin parası… Tüyü bitmemiş yetimin de hakkı var o paranın içinde…
Her Müşteriden Sonra Kantardaki Tozların Süpürülmesi
Muhterem Ömer Öztürk, Türkiye’deyken demir ticareti yapıyordu. O zamanlar Küçük Osmanlar diye kantar yapan bir müessese vardı. 2 tonluk kantarı 5 bin liraya, 3 tonluk kantarı 7 bin 500 liraya, 5 tonluk kantarı 10 bin liraya yapıyorlardı. Ömer Öztürk ise dükkanında 2 tonluk İngiliz malı kantar kullanıyordu. Dükkânı kapattığı zaman kantarın eskisini 300 bin liraya satmıştır. Aradaki fark hesap edilmeye değerdir!
Muhterem Ömer Öztürk’ün sattığı kantarın üzerine temizlenmiş vaziyetteyken dolma kalem konduğunda, gramajı göstermiyordu, ama üstüne bir şey konduğunu ifade etmek üzere ibre hareket ediyordu. Dolayısıyla ölçüde tartıda hile yapmamak için tartının da, kantarın da, ölçtüğü şeyin de düzgün olması lazımdı. Bu sebeple Öztürk demircilik yaparken her bir alışverişten sonra demir hamallığı yapanlara kantarın üzerini süpürttürüyordu. Bu hassasiyetinden ötürü etrafındakiler:
– Bu çocuk böyle giderse kafayı üşütecek. Her tartıdan sonra terazi temizlenir mi? diyorlardı.
Her Gün Yapılan Kantar Kontrolü
Öztürk her sabah kiloları kontrol ediyordu. Buna ilaveten Küçük Osmanlar isimli kantar firmasıyla da anlaşmıştı ve ayda bir defa, kendi özel ölçü tartı âletlerini getirip kontrol ediyorlardı.
Demir Tozlarının Ağırlığının Hesap Edilmesi
Muhterem Ömer Öztürk, ‘Böyle giderse bir gün kafayı üşütecek!’[4] denilince bir gün süpürülen demir tozlarını bir tenekeye koydurur. Bir günde toplanan demir tozu 15–16 kilo gelir. Bunu da babaları Mehmed Öztürk gelince gösterir:
– ‘Baba bak, benim için kafayı üşütecek, demişler. Hâlbuki bir günlük satışımızda 15 küsur kilo fark ediyor. Yani eğer o tozlar kantarın üzerinde durmuş olsa akşama kadar sen bu 15 kiloyu kendi hesabına tartacaksın her müşteriye. Adam iki tonda ne anlayacak? 15 kiloyu anlama imkânı olmaz, ben de anlamam, sen de anlamazsın, kimse de anlamaz. Ama hak geçer!’
Ölçü tartıda hata yapmamak için ölçünüzün tartınızın düzgün olması lazım ve o düzgün ölçü tartıda ibrenin müşteri tarafına biraz ağır basması lazım.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Ölçü ve tartıda hile yapanların vay hâline! Onlar, insanlardan ölçüp alırken eksiksiz alırlar. Kendileri onlara ölçerek veya tartarak sattıkları zaman eksik verirler.”[5]
Fazla Çıkan Hesap
O dönemde yaptıkları ticaretle ilgili bir menkıbeyi, eski ticarî ortaklarından Rüştü Ecevit anlatır:
“Ömer ağabeyin inşaat demiri satış mağazası vardı. Kendilerini orada ziyaret ederdik. Demirleri tartan kantara çok dikkat eder, her tartı sonu demir tozu dökülmüş olabilir bu da müşterinin aleyhine ağırlık yapar düşüncesi ile kantarı temizlettirirdi. Her türlü mal giriş ve çıkışını kaydeder, banka ile çalışmazdı. Demirin yok sattığı karaborsa günlerinde bütün demir satıcıları fiyatları yükselttiği hâlde kendisi tabii fiyattan satışa devam eder, değiştirmezdi. Fabrikadan gelen demirler boşaltıldığı gün satılır, bir şey kalmazdı. Bir gün, birkaç parti satış sonundaki kontrollerinde, satılan demirin, alınan demirden fazla olduğunu görür. Alışı, satışı, kantarı tekrar tekrar kontrol ederler, bir şey bulamazlar. O gruptan satış yaptıkları bütün müşterilerin listesini, adreslerini ve ne kadar demir aldıklarını çıkartırlar. Fazla çıkan demirin para olarak değerini, bu müşterilerin aldıkları orana göre pay ederler ve adreslerine P.T.T. kanalı ile havale çıkartırlar ve her birinin adresine mektup göndererek durumdan haberdar ederler ve helalleşirler.”
Ticarî İlkeler
Yine Rüştü Ecevit anlatır:
“Muhterem Ömer Öztürk ağabey, kendileri Medine-i Münevvere’de kalırken 1980 yılında İstanbul’da birisi ile ortak ticarî işyeri açarlar. Ömer ağabeyin sâhibi olduğu bu işyerinde, kuruluşundan itibaren çalışmaya başladım. Çalışma esaslarını 10 maddede özetleyerek bizden uygulayacağımıza dair söz aldılar. Bunların başında ‘Hiçbir şekilde yalanla iş yapılmayacak’, ‘Hiçbir şekilde vade farkı yapılmayacak’, ‘Zararına da olsa verilen sözde durulacak’ maddeleri geliyordu. ‘Bunların aksini yaparsanız bilin ki iki elim mahşer günü yakanızda olacaktır’ diyerek o günün sabit telefondan başka haberleşmenin olmadığı, milletlerarası görüşmelerin yazdırılarak saatlerce beklendiği zamanlarda kâr-zarar, girdi-çıktı, alım-satım ve ciro miktarlarının değil, yukarıdaki hususlara uyulup uyulmadığının takipçisi olmuşlardır.”
Yarı Fiyatına Satılan Mallar
1973-74 yıllarında CHP ile Necmettin Erbakan’ın başkanı olduğu MSP ortaklığındaki koalisyon hükûmeti, demire zam yapacaktı. Korkut (Özal) Bey o zaman Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanı… Herkese duyuruldu ki pazartesi günü yeni demir fiyatları açıklanacak. Ömer Öztürk de demirin kilosunu o zaman, 280 kuruşa satıyordur ve fiyatların yükseleceğini duyar. Fiyat ya 560 kuruş veya 640 kuruş olacaktı. Yani en az iki misli artacak veya iki mislini geçecekti. Piyasadaki dükkânların hepsi kapanır. Esnafın kimisi ‘Cenazem var!’ diye yazmış camına, kimi ‘Tatile çıktım!’ demiş… Ömer Öztürk, Yahudilerin âdetine muhalefet olsun diye cumartesi günleri de dükkânını açıyordu. Cumartesi zaten hiç kimse dükkânını açmamış. Öztürk cumartesi günü dükkânı açınca, hiç olmamış şey olur; bir günde yüz ton demir satar. Herkes, ‘sakallı, yaşlı bir hacı baba bulduk; ucuza mal alıyoruz’ diye sıraya girmiş. Öztürk de müşterilere demiş ki:
– Bak kardeşim. Ben malın zamlı fiyatını da söyleyeyim size ki bu adamı da hiçbir şeyden habersiz zannetmeyin. Pazartesi ya 560 kuruş ya da 640 kuruş olacak. Ama Rasûlullah (s.a.v.)’in emrine uymak için bunu yapıyorum. Nebi (s.a.v.); “Muhtekir (ihtiyaç mallarını kıymeti artsın da satayım diye saklayan) mel’undur.”[6] buyuruyor. Cumartesi günü dükkânı sabahleyin açıyordum, saat ikide kapatıyordum. Hadi şimdi uzatayım ikindi namazına kadar, ama ikindi namazından sonra kapatacağım. Yani bu kantar ne kadar çekerse o kadar vereceğim.
O gün yüz ton civarında demiri yarı fiyatına satmış. Tabiî bazıları Ömer Öztürk’ün bu hareketini büyük saflık (!) olarak niteler. Ama mü’min için mühim olan Allah’a ve Rasûlüne (s.a.v.) uymaktır. Ömer Öztürk de bunun en güzel timsallerindendir.
Doğruların Yardımcısı Hz. Allah’tır
Muhterem Ömer Öztürk, bir sene hacdan karayolu ile üç kişiyle beraber dönerken:
– ‘Bakın arkadaşlar! Arabayı ben kullanıyorum. Şoför mahalli hariç, ayaklarınızın altına dahi eşya koyabilirsiniz. Arabanın tonaj sınırına kadar ne istiyorsanız satın alın. Yalnız bir şartım var. Gümrükte, arabada ne var, denirse hepsini teker teker gümrük memuru gibi sayarım. Elektronik eşya, kadife kumaş (Bunlar Türkiye’de yoktu o zamanlar) hepsini söylerim ona göre’, der.
Arabadakiler hakikaten öyle yaptılar. Şoför mahalli hariç arabanın her tarafını eşya ile doldurdular. Yola çıkıldı. O yıl hacca doksan binin üzerinde kişi niyetlenmişti, büyük bir kısmı da arabayla gelmişti. Suriye kapısına ulaştılar. Suriye girişi ana-baba günü. Her taraf araba dolu… Sıraya girildi. Yüzlerce değil, binlerce araba var. Artık sıra ne zaman gelecek belli değil. Bunun üzerine kenara çekip beklemeye karar verirler. Bu esnada bir adamcağız gelir:
– Sevvak? (Şoför kim?) diye sorar. Öztürk:
– Benim, der. Adam:
– Kenara gel! der ve ekler:
– Bak bu arabanın her tarafı dolu. Şimdi bütün bunların hepsini indireceksin. Bunların hepsini teftiş edeceğiz. Size de çok zahmet olacak. Sen şimdi bana bir bahşiş ver, geç, git’.
Muhterem Ömer Öztürk şöyle cevap verir:
– Rasûlullah (s.a.v.); ‘Rüşveti alan da veren de cehennemdedir’[7] buyurmuşlardır.
Adam şaşkınlık içerisinde:
– Ne dedin. Bir daha söyle! der.
– Nebi (s.a.v.); ‘Rüşveti alan da veren de cehennemdedir’, buyuruyor. Bizim için hiçbir zahmeti yok. Eşyayı teker teker indiririz, kontrol edersiniz, tekrar yerine koyarız, gerekirse bekleriz, hiç mühim değil’.
Adam Muhterem Ömer Öztürk’ün sakalını tutup okşar ki bu Araplarda çok büyük bir iltifattır:
– Haza hacı! (Hacı dediğin böyle olur.) Verin şu pasaportları.
Adam pasaportları alır, kalemi çıkarıp hepsine imza atar. Ondan sonra elini ağzına sokup ıslık çalar. Birkaç yüz metre ilerideki çıkış kapısına işaret eder. Bunun işaretini duyunca, ‘Ne var?’ der gibilerinden işaret gelir. Meğer adam oranın başmüfettişiymiş. Muhterem Ömer Öztürk’ü ve arkadaşlarını hiç bekletmeden binlerce arabanın arasından çıkarır ve Suriye hududunu geçerler.
Talebe Birliği Başkanlığı’nı üstlenirken Hz. Sâmi (k.s.); ‘Dürüstlük en büyük siyasettir. Dürüstlüğe devam edin, ağzınıza geldiği gibi konuşun’ demişlerdi. Dürüst davranmalarının neticesi bu olmuştu. Muhterem Ömer Öztürk, “Neler öğrendik onu bilemem ama dürüst davranmanın daima kazandırdığına defalarca şâhit olduk” sözlerini defaatle dile getirmişlerdir.
Malın Kusuru Söylenmeli
Muhterem Ömer Öztürk kazâ geçirdiği arabasını daha sonra tamir ettirir ve Teknik Üniversite’nin Gümüşsuyu Kampüsü yanındaki bir araba galerisine satılmak üzere verir. Galericiye, “Bu araba beş takla attı, bu arabanın şasesi düzeltildi, şurası şöyle yapıldı, burası böyle yapıldı, teker teker sayacaksın” diye tembih eder. Bir müddet sonra galerici:
– 325 bin liraya müşteri buldum. Aman Ömer Bey sen gelme! Ben satayım, sana parasını getiririm, der.
Lakin oraya gitmekte ısrar eder. Alan kişi, Öztürk gidip malın özelliklerini sayınca:
– Yok! Ben bunu 275 bin liradan fazlaya almam, der.
325 bin liraya anlaşılmış. Öztürk’ün sözlerinden sonra fiyat 275 bin liraya iner, satış gerçekleşir. Alıcı gidince galerici dayanamaz ve:
– Yani Ömer Bey Müslümanlık bu mu! Müslümanlık bunu mu emrediyor? Bak, şimdi sen burada aldanmış oldun. O Kayserili bu arabanın takla attığını, şasesinin düzeltildiğini biliyor; arabayı benden aldı, kullandı, altına da baktı, üstüne de baktı, hepsini bildiği hâlde, siz böyle söyleyince fiyatı düşürdü! der. Muhterem Ömer Öztürk ise şöyle cevap verir:
– Kardeşim, ben, bize İmam-ı Azam’ın öğrettiği, ‘Malının kusurunu söyle’ sözünün gereğini yerine getirdim. Onun bilip bilmemesi beni alâkadar etmiyor, ben malımın kusurunu söyledim, o da belirlenen fiyattan 50 bin lira düştü; olsun…Cenâb-ı Hak onu başka bir taraftan ihsan eder inşaallah.
Vergi Ödeme Titizliği
Muhterem Ömer Öztürk vergi hususunda da hassasıtr. Muhasebecisine bütün alışverişlerine ait evrakları verip ne kadar vergi tahakkuk etmişse tamamını ödemektedir. Öztürk bu konuyla ilgili olarak şunları söylemektedir:
“İnsanlar bana ‘Aptal gibi vergi veriyorsun!’ diyorlardı. İyi de; sen verme, ben vermeyeyim, yani hepimiz bu vergiyi kaçıracaksak bu yollar nasıl yapılacak. Devletin yaptığı yolları kullanıyoruz, diğer hizmetlerden faydalanıyoruz, dolayısıyla vergi vermemek uygun olmaz. Müslümanın bu hususlarda da düzgün hareket etmesi lazım.”
Geçmişte şöyle bir hâdise yaşamıştır: Babasının arsasına yapılan apartmandaki dairelerinin vergisinin belirlenmesi için dairelerin değerlerinin beyan edilmesi gerekiyordur. Öztürk de tam değerini öğrenip ona göre bildirimde bulunur. Hatta bu evlerden iki tanesini sonra vakfa bağışlamıştır. Bir gün Erenköy’de kasapta aynı apartmandan bir komşusuyla karşılaşır. Komşusu Öztürk’e der ki: ‘Yahu sen bizi aç mı bırakacaksın. Ne biçim bir şey beyan etmişsin öyle. Sen 200 bin demişsin, ben 40 bin demişim, aynı apartman içinde bu farklılık nasıl olur.’
1978’de Bülent Ecevit’in başbakan olduğu dönemde vergi mükelleflerine, ‘Asgari Gelir Vergisi’ diye bir uygulama başlattılar. Belli bir gelir gösterip vergisini ödeyenin defterine bakmıyorlardı.
Öztürk 1977’nin sonunda kazâ geçirmiş, 1978’de de dükkânı kapatıp eşyaları yazıhaneye taşımıştır. O süre zarfında hiç ticaret yapmaz. 78’in sonunda o sene hiç ticaret yapmadığı için zarar ettiğini maliyeye beyan eder. Galata Vergi Dairesi’nde Müdür Muavini Yüksel Bey:
– Bak kardeşim, yeni bir tebliğ çıkarmış Maliye Bakanlığı. Asgari şu kadar vergi beyan edip ödemek zorundasınız. Siz bu beyannameyi alın düzeltin. Uğraşmayalım sizinle, sizi de rahatsız etmeyelim. Eğer bunda ısrar ederseniz defterlerinizi alacağız, yazıhaneyi işgal edeceğiz. Değmez bu kadar para için, der.
Öztürk de:
– Bu kadar paraya değmediğini ben de biliyorum; ama ben 1964 senesinden itibaren 15 yıldır vergi veren bir mükellefim. Kuruşu kuruşuna ne kazandıysam vergisini verdim. Bu sene de zarar ettim. Beş kuruş alamazsın. Gel, defterleri de al götür. Hepiniz gelin, yazıhanemde oturun, ama çay bile ısmarlamam bilesiniz. Oturun, hiç çıkmayın, isterseniz anahtarı da size bırakayım, ne yaparsanız yapın, diye karşılık verir.
Bu konuşmanın vergi dairesi koridorunda olduğunu bu noktada hatırlamak gerekiyor. Zira vergi dairelerine işi düşenler, oradakilerle nasıl konuşulduğunu çok iyi bilirler. Koskoca patronlar vergi ile alâkalı bir mesele olunca oradaki sıradan bir müfettişin karşısında iki büklüm olurlar.
Muhterem Ömer Öztürk, 1979 senesinde 33 yaşında ve sakallı hâliyle vergi dairesinin koridorunda vergi dairesinin müdür yardımcısına karşı bu kadar rahat konuşabilmektedir. Bu kadar rahat konuşabilmesinin sebebi nedir? Doğru sözlülük ve dürüstlük…
Söze Riâyet
Vehbi Ecevit anlatır:
“Muhterem Ömer ağabey, 1987 yılında, altı senelik ortaklıktan, sadece verdiği sermayenin verdiği tarihteki Türk Lirası olarak değerinin bir kısmını alarak ayrılmıştı. Bu ortaklığın devam ettiği dönemde Türkiye’den kış aylarında kullanılan elektrikli ısıtıcılar üreterek Suudi Arabistan’a götürmüşler, satın alan firmalar ise uzun süre depolarında beklettikten sonra bazı yabancı üreticilerin aleyhte propagandaları neticesi satmadan iade etmişlerdi. İade alınan ısıtıcılar, orijinalliğini de kaybettiğinden satılamamış Türkiye’ye iadesi de çok masraflı olacağından Medine’de bir depoya konmuştu.
Aradan yıllar geçmiş, ortaklık sona ermiş, Muhterem Ömer ağabey koyduğu sermayenin çok az bir kısmını almış, şirket ise geri kalan bütün varlığı ile hiç sermaye koymamış olan ortağına kalmıştı.
Bu duruma şaşıranlara Ömer ağabeyin verdiği cevap şöyleydi:
– Nebi (s.a.v.), ‘Ortaklıktan ayrılırken aldanan taraf olun’ buyuruyor, ben de bu emre istinaden bilerek aldanıyorum, şeklinde konuşmuştu.
Bu ayrılığın üzerinden birkaç sene geçti. Muhterem Ömer ağabey 1990 senesinde Medine’den İstanbul’u teşriflerinde bana, içinde 2 bin Suud Riyali para ve iki de kâğıt olan bir zarf verdi. Kâğıtların birinde Muhterem Ömer ağabeyin yeğeni ile eski ortağın teyzesinin oğlunun imzaları ile şunlar yazıyordu:
“Ortaklığınızın devamı sırasında Medine’ye gönderdiğiniz, ama satılamayıp bir depoda bekletilen ısıtıcıları Ömer ağabeyin emriyle ancak hurda olarak satabildik. 4 bin riyale satıldı. Muhterem Ömer ağabey, bunları ortaklık devam ederken getirdiğimiz için yarısını eski ortağa gönderin diye emretti. Zarfa o 2 bin riyali ve teslim aldığına dair imzalanmak üzere bir de zabıt yazıp koyuyoruz. Parayı alınca onu da imzalarsınız.”
İkinci kâğıt ise belirtilen zabıt idi.
– Buluşunca bu yazıyı okusun, şâhitler huzurunda zaptı imzalatıp parayı da verirsin, buyurdular. Ramazan Divleli’yi de yanıma alıp gitmemi söylediler.
Sözleştiğimiz şekilde buluşup emaneti teslim edip imzasını aldık. Hiçbir kelam etmedi, parayı da cebine koydu.
Ömer ağabey, sermayenin tamamı kendisine ait olduğu hâlde, yarı yarıya ortaklık sözü verdiği için, ortaklık tamamen bitmesine, arada hiçbir muamele, borç alacak kalmamasına ve bütün mal varlığı ortağında kalmış olmasına rağmen o cüz’i paranın yarısını kabul etmeyip eski ortağına ödenmesini istemişti.
Gelip emaneti teslim ettiğimizi bildirince, ‘Ne yaptı, ne söyledi?’ diye sordular.
– Hiçbir şey söylemedi, imzayı atıp parayı alıp cebine koydu, dedik.
– Hiçbir şey söylemedi mi? Kendisini affettirmek için hiçbir şey yapmadı mı? Size yalvarıp gözyaşı dökmedi mi? Vah vah. Demek ki hâlâ bir pişmanlık yok. Kendisini affettirme arzusu yok. Olsa idi, en azından bunları yapmalıydı. Zira sizi ona benim gönderdiğimi biliyor. Bunu bir fırsat bilmeli, ayağına gelen fırsatı kaçırmayıp sizi aracı yapmalıydı. Kendisi bunları bilecek durumdadır. Ama demek ki niyet yok, buyurdular.
Ömer ağabey, ortaklık sırasında ve ortaklıktan ayrılma sürecinde kendisine yapılanları bir kenara koyup eski ortağının istikametinin bozulmasına üzülüyor, acaba tekrar düzelir mi endişesini taşıyordu.”
[1] Buharî, Edeb, 69; Müslim, Birr, 105; Ebû Dâvûd, Edeb, 80.
[2] En’am sûresi, 33. âyet
[3] Sıddîk: Dâimâ doğru olan, sözü ve işi bir kişi.
[4] Ömer Öztürk’ün Sahâbi (r.a.) ahlâkıyla ne derece ahlâklandıklarını gösteren bu menkıbe bize Hasan-ı Basri (r.a.)’ın sahâbi için söylediği şu sözü akla getiriyor: “Biz öyle insanları gördük ki, eğer siz onları görseydiniz, ‘Bunlar mecnundu’ diyecektiniz. Şayet onlar sizi görseydi, ‘Bunlar şeytandır’ diyeceklerdi.ˮ (İhyâ-u ‘Ulumi’d-dîn, c. 3, s. 217)
[5] Mutaffifin sûresi, 1-3 âyet.
[6] İbn-i Mâce, Ticârât, 6.
[7] Ebû Davud, Akdiye 4.