Muhterem Ömer Öztürk, ümmet-i Muhammed (s.a.v.)’e yaptığı hizmetlere rağmen, yaptığı hiçbir işte isimlerinin geçmesini istememiştir. Yokluk ile mülemma olmayı, hâk ile yeksan kalmayı sevmiş ve tercih etmiştir. Kendi kurdukları vakıf aracılığı ile dağıtılan bursları şahsî servetinden verdiğini burs alan öğrenciler dahi öğrenememiş, birçoğu, son zamanlara kadar kendisini şahsen tanımamıştır. Derviş olmanın hakikatine erdiği, sünnete ittibâ dışında hiçbir dava gütmediği ve herkesin rağbet ettiği şeylere iltifat etmediği için aileleri içinde de başka yerlerde de adları anılmamıştır. Bu davranışları ile mâneviyat yolunun gereğini yapmış, silsile-i âliyeden Derviş Muhammed (k.s.) gibi büyük velilerde görülen bir mahfiyeti şahsında göstermiştir.
Ancak şer’-i şerifin (İslâmî hayatın) kaldırılıp daha sonra tekrar neşv-ü nema bulması nimetinin daha iyi anlaşılabilmesi için Muhammed Esad-ı Erbilî hazretlerinin, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu hazretlerinin ve bu yolun devamının hakiki vekili olan Muhterem Ömer Öztürk’ün hayatlarının bilinmesi gereklidir. Bunu bilen güçler Muhterem Ömer Öztürk’ü unutturmak, ondan hiç bahsetmemek siyasetini izlemişler, bunda da büyük ölçüde muvaffak olmuşlardır. Hatta MTTB ile ilgili yazılan bir kitapta MTTB başkanları tanıtılırken kendilerinin anlatılmasına sıra geldiğinde “…Ömer Öztürk’ün ise nerede bulunduğu bilinmemektedir.” ifadesi yer almakta; hâlbuki o tarihte Ömer Öztürk önceki başkanla aynı apartmanda altlı üstlü oturmaktadır.
Günümüzde birçok cemaat lideri ile yüz yüze bir kez bile görüşüp konuşmak mümkün olmazken Muhterem Ömer Öztürk, Müslümanların gençleriyle ve ihtiyarlarıyla gece gündüz hemhâl olmaya devam etmektedir. Türkiye’de ve dünyada üst seviye devlet ricali ve ilim erbabının teveccüh ettiği bir kimse olmakla birlikte, kendileri ile görüşmek isteyen milletvekili veya bakan bile olsa eğer istifade hâsıl olacağı kanaatine varmazlarsa görüşmeyi kabul etmezler, ama 18 yaşında bir gencin aşamadığı meseleleriyle saatlerce ilgilenebilirler. Onun kapısında zengin-fakir yahut yüksek rütbeli ayrımı yapılmamakta, küçük bir çocuk bile olsa bir insan olarak, ileride mükellef olacak bir Müslüman olarak değerlendirilerek ona göre muamele yapılmaktadır. Bu tabii ki kapısında nöbetçiler bulundurmayan Peygamber (s.a.v.)’e uymalarından ileri gelmektedir.
Kendisi için ayağa kalkılmasına râzı olmaz, ellerini öpmek isteyenlere mâni olup, “Eli öpülecekler toprağın altında kaldı” derler, kendisinin İslâmî hizmetlerinden ve icraatlarından bahsedenlere:
“Estağfirullah, Cenâb-ı Hakk’a hamd-ü senâlar olsun ki Allah, kendi yolunda bulunduruyor, ümmet-i Muhammed (s.a.v.)’in hayrına vesile olacak şeyler söylettiriyor, yaptırıyor. Tam tersi de olabilirdi. Yapan eden Allah… ‘Veren sensin, alan sensin, dahî nemiz var’ diyor Hacı Bayram-ı Veli (k.s.)… Söz odur. Allah kendi yolunda bulunmayı nasip etsin. Bu da ikram-ı ilâhîdir” diye mukabelede bulunur.
Nakşibendî silsile-i aliyyesinin yirmi altıncı pîri Mazhâr-ı Cân-ı Cânân (k.s.) hazretleri, üstâdları yirmi beşinci pîr Seyyid Nûr Muhammed-i Bedâyûnî (k.s.) hazretlerini talebelerine anlatırken şöyle buyurmuştur:
“Sizler, Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretlerine yetişemediniz, onu göremediniz. Eğer görmüş olsaydınız, îmânınız tazelenir ve Allah-u Te’âlâ ne büyük kudret sâhibidir ki böyle mübârek bir zât yaratmış derdiniz. Onun keşfi son derece kuvvetliydi. Başkalarının baş gözüyle göremediklerini, o kalp gözüyle görür ve anlardı. Hayâtı baştan sona faziletler ve kerametlerle doludur.”[1]
Nakşî yoluna tâbi olmaya ve onu ihyâ etmeye bütün ömrünü vakfeden Muhterem Ömer Öztürk, bazı faziletleri yüzlerine söylenince kendisinde fânî oldukları Nakşî postnişîni Hz. Sâmi’yi işaretle “Bu hâller hasletler, faziletler hep Hz. Sâmî (k.s.)’e âit hasletlerdir. Siz onu görmediniz, siz onunla bir arada bulunmadınız.” buyurarak hep mahfiyâta ve mahviyyetlere bürünürler.
Refik Tayla anlatır:
“Dedem Kayserili ünlü işadamı Refik Bürüngüz, Kadıköy Şifa hastanesinde tedavi görüyordu. Son nefesini vermek üzereydi. Ömer ağabey ve Hacı Mehmed Öztürk amca, dedemi ziyarete geldiler. Dedemin Ömer ağabeye özel bir muhabbeti vardı. Çok severdi. Dedem, Ömer ağabeyin babası Mehmed Öztürk amcanın da huzurunda şöyle dedi:
Bu dünyadan göçerken tek bir isteğim var, o da Ömer efendinin elini öpmek… Ömer ağabey o zaman 38 yaşlarında, dedem ise 84 yaşındaydı. Ömer ağabeyin mânevî durumunu, hizmetlerini ve Hz. Sâmi (k.s.) yanındaki değerini biliyordu. Ömer ağabey sıkılarak ‘Yok, öyle şey asla olmaz’ dediyse de dedem eğilerek ellerini öpmek istedi. Ömer ağabey, elini kaçırıyor, utanıyor, sıkılıyor derken en sonunda öptü. Ömer ağabey mahcup oldu ve özellikle babasının yanında böyle bir hâdise olmasına çok üzüldü.”
Bilen Söylemez, Söyleyen Bilmez…
Her hususta tâbi olmaya çalıştığı Hz. Sâmi’ye (k.s.) mahviyet hususunda da benzemiş ve aynı tecellilere mazhar olmuştur. Kendisini hep gizleme yolunu seçmiştir. Rûhanî hayatla ilgisi olmadığı hâlde, kendisini mâneviyat sâhibi gibi göstererek çevresine insan toplayan kimselerin bolca bulunduğu günümüzde, Muhterem Ömer Öztürk, mânevî hâllerini ustaca gizlemeyi tercih etmiştir. Sâmi Efendi hazretlerinin, kendisi hakkında, pek çoğunu ihvânın huzurunda söylediği sözleri ile mânevî dereceleri tescillenen Muhterem Ömer Öztürk, çevresine, asıl önemli olanın keramet değil istikamet olduğunu çeşitli vesilelerle söylemiştir. 90’lı yıllarda İstanbul’a geldiğinde, bir gün yalnız kaldığı evinde, beraber yemek üzere kendisine hizmet edenlerden Abdurrahim Başak’a dışarıdan yemek aldırmış, daha kaliteli ve uygun olması için birkaç yerden tedarik edilen yemeğin masrafını kendileri ödemek istemiştir. Ancak Abdurrahim Başak, 18.725 TL tutan yemeğin masrafını kendisi ödemek isteyip masrafı söylememek hususunda sözü uzatınca, “18.725 tuttu herhâlde şunu al!” diyerek ücreti küsuratıyla birlikte tam olarak ödemiş, ardından da orada bulunanlara hayatları boyunca unutamayacakları bir düstur öğretmiştir:
– Şimdi siz buna kerâmet dersiniz. Asıl kerâmet 24 saati sünnete uygun yaşayabilmek, yani istikamet üzere olmaktır.
İstihbarat Görevlisinin İtirafı
Muhterem Ömer Öztürk’ün hemen hemen her sohbetinde çeşitli kılıklarla istihbarat görevlileri bulunurlar. Bununla birlikte, İstanbul’daki bir sohbette MİT, askerî istihbarat ve birinci şubenin istihbarat yetkilileri açıktan sohbete katılmak için izin isterler ve sohbete katılırlar. Sohbet bittikten sonra görevliler, üstadın kendisine vücut vermeyen, insanları sadece gayeye yönlendiren bir kimse olduğunun ispatı olan şu itirafı yaparlar:
– Biz hangi grubun toplantısına gittiysek, şeyhler, hocalar, ya kendisini anlatıyor ya da üstadlarını methediyorlardı. Yahu bu zât ne kendisinden ne de şeyhinden bahsetti… Yalnız Allah’tan ve Peygamberden bahsetti.
[1] Evliyâlar Ansiklopedisi, 9. c., s. 355.