Peygamberimiz (s.a.v.) yalnız şahsına yapılan, nefsine karşı işlenen hataları yumuşaklıkla karşılarlar; dîne ve îmâna yapılan bir hücum olunca asla susmaz, gereken cevabı verirdi.
Muhterem Ömer Öztürk de şeriat-ı garrâ-yı Ahmedî’nin bir harfinin bile yerinden oynatılmasına asla râzı olmaz, dinimizin hükümlerini değiştirmeye çalışanlara, dinimizi kasıtlı bir şekilde olduğundan farklı anlatmaya çalışanlara karşı gayret-i dîniyye ile son derece müsamahasız ve kesin tepkiler ortaya koyarken, kendi nefsine yapılanlara karşı sınırsız bir hoşgörü içinde bulunur. Kendisine karşı kabalık edenlere aynı şekilde karşılık vermez, edebinden ve karşısındaki kişinin dinî selâmetini düşünmesinden ötürü kimsenin yüzüne kaldıramayacağı bir şey söylemez. İnsanlara yumuşaklıkla muamele ederek kimsenin hatasını yüzüne vurmaz. Hatta kendisinin güzel muameleleri sebebiyle huzurundan çıkan herkes:
“Bu zât en çok beni seviyor ve bana değer veriyor” düşüncesini taşır.
Refik Tayla şunları anlatır:
“Ailesi için kıyafet almaya, kendisi ile çarşıya alışverişe gittiğimizde, bazen biraz pahalı bir şey teklif edip ‘Ağabey, gelin şunu alalım’ dediğimde, ‘Allah sorar’ derdi ve almazdı. Çocuklarına aldığımız ürünleri koyu renkli ambalaja koydurarak içindekinin belli olmamasına gayret ederdi. Alışverişe çıktığında mağazadaki tezgâhtarlar kendisine, muamelesine hayret edelerdi. Tezgâhtarlar çok ilgilenmişse bize hakkı geçti, boş çıkmayalım diye alışveriş yapmadan çıkmazdı. Tezgâhtarlar kendilerini çok severler, her geldiğinde izzet-ü ikramda bulunurlar, oturturlar; şayet istedikleri mal kendilerinde yoksa bulmak için her şeyi yaparlar, kendisinden dua talep ederlerdi. Ömer ağabeyin, ‘hayır’ kelimesi asla yoktur. Meşrû sınırları içindeki bir şeye hayır dediğini ben duymadım. Her şeye müspet, olumlu bakar, kimseyi kırmazlar.”
Cenâb-ı Hakk; “Senin onlara tatlılıkla muamele etmen, Allah’ın rahmetinden idi. Kaba, katı yürekli olsaydın, onlar senin başından dağılırlardı.”[1] buyurmuştur. Âyet-i kerimede Nebi (s.a.v.)’e hitap edilmiştir. Nebî (s.a.v.)’e hakkıyla ittibâ eden herkesin de benzer tecellilere mazhar olacağı şüphesizdir.
Meclisinde bulunanlara çoğu zaman ayrı ayrı iltifat ederek ikram eder ve gönüllerini alır. Sohbetine katılanlar îmâni hislerle; Nebi (s.a.v.) ve ashâbının (r.a.e.) sevgisiyle dopdolu, geçmişteki hatalarına pişman, geleceğe dair ümitli ve sohbetten son derece memnun bir şekilde huzurundan ayrılırlar.
Sohbetleri gönülleri yatıştırır, şüpheleri izale eder, zihinlerdeki bulanıklığı giderir. İstifade etmek niyetiyle dinleyenler, mutlaka cevabını aradıkları soruların cevabını ve meselelerinin çözümünü bulurlar. Zira gönülden çıkan sözler, yine gönle girer.
“İnsanlara akılları nispetinde konuşun”[2] emri mucibince meclislerinde bulunanların seviyesine göre konuşur, yine sünnet-i seniyyeye uyarak bazen karşılarında bulunanlara sorular sorar, bazen celallenir, bazen de latife yapar. Allah Rasûlü (s.a.v.) ve ashâbı ile ilgili konuları anlatırken çoğu zaman rikkatlerinden gözyaşlarını tutamayarak iyiyi, doğruyu, güzeli anlatır, yanlışlara işaret eder; bazen de: “Fâsıkı fıskı ile anın ki mü’minler şerrinden sakınsınlar” hadîs-i şerîfi gereği bid’at ehlinin ve İslâm’ı içinden yıkmak isteyen kimselerin içlerini dışlarına çıkarır. Zira Nebi (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Bid’atler çıkıp ashâbıma kötü söz söylendiği zaman, doğruyu bilen, herkese söylesin! Allah-u Te’âlâ, bildiği hâlde doğruyu söylemeyen âlime lanet eder.”[3]
Sohbetleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerin mezcedilip gönüllere nakşedildiği; Allah (c.c.) korkusu, Habîb-i Edib’i Hz. Muhammed (s.a.v.) sevgisinin tohumlarının serpildiği anlardır. Onun meclisleri; fıkıh, hadis, tefsir, tasavvuf, siyer ilimleri ile yoğrulmuş gizli açık pek çok faydaları barındıran ilim-irfan meclisleridir. İslâmî ilimlere vukufiyetlerinin yanı sıra, tarih, siyaset bilimi, iktisat ve milletlerarası ilişkilerdeki engin birikim ve mühim tespitlerle dolu konuşmalarla, Müslümanların doğru bir bakış açısı ve şuur kazanmalarına gayret eder, zaman zaman sohbetlerinde mevcut konjonktür ile alâkalı ufuk açıcı izahlarda bulunur, dinleyenlerin beyin hücrelerini zorlayan ve ancak kendileri gibi mânâ gözü açık kimselerin teşhis ve tespit edip anlayabileceği hakikatleri beyan eden bir şahsiyettir Ömer Öztürk.
Üstün Ahlâkın Neticesi:
Yahudi’nin Müslüman Olması
Kendisinin üstün ahlâkı ve tebliğleri vesilesiyle pek çok insan İslâm’a ısınıp Müslüman olmuştur. Onlardan biri de şu hâdisedir:
Bir tarihte İstanbul İş Hanı’nda Isaac isminde bir Yahudi vardı. İplik ticareti yapıyordu. İş vesilesiyle ara sıra Ömer Öztürk’ün dükkânına gider. Bu münasebetler esnasında yahudi, elhamdülillah, Müslüman olur.
Ömer Öztürk, ismi ‘İshak’tan (a.s.) alınma olduğu için ‘İsmin İshak olsun’ der. Adam çok memnun olur ve namaza başlar. 20-25 gün sonra Ömer Öztürk’ün yanına gider ve:
– Ömer Bey, bir daha gelemeyeceğim size, der.
– Hayrola niye gelemeyeceksin?
– Müslüman olduğumu evdeki çoluk-çocuğum anladı. Hanım bana:
– Senin yüzün nurlanmaya başladı, sen namaz mı kılıyorsun?’ diye sordu.
(Müslüman olarak bizler bu işe bu kadar ehemmiyet verip dikkat eder miyiz?) İshak:
– Bunlar beni öldürürler, kusura bakma, ben bir daha gelemeyeceğim, der.
– Mesele yok sen İslâm’ı yaşa da, ister gel, ister gelme! der Ömer Öztürk.
Bir Yahudi Müslüman olursa, tek bir cezası var o da ‘ölüm’. İsrail’de hiç kimse Müslüman olduğunu açıklayamaz. Gizlice, sessizce yaşayabilir. Ama günümüzde Müslüman geçinen, hoca ve ilahiyatçı etiketli bazı kimseler Yahudi’yi Hıristiyan’ı cennete almaya çalışıyorlar!
[1] Âl-i İmrân sûresi, 159. âyet.
[2] Ebû Dâvud, Edeb 20.
[3] Deylemi.