Zekâ, ferâset ve anlayışları kendisinin yaratılışlarından ve îmânlarının kemalinden gelen bir özelliktir.
Bu özelliklerini sâhip oldukları donanımla ve hayat boyu başarıyla taşımıştır. Arapça ve Türkçe’nin yanında tercüme yapabilecek seviyede Fransızca ve iyi seviyede İngilizce bilmektedir.
Hz. Peygamber (s.a.v.): “Mü’minin ferasetinden sakının, zira o Allah (c.c.)’ın nuruyla bakar”[1] buyurmaktadır. Muhterem Ömer Öztürk de olayları îmân nuruyla ve sünnet-i seniyye perspektifinden değerlendirdikleri için yorum, tahlil ve tahminlerinde hep isabetli olmuşlardır. SSCB’nin en güçlü olduğu dönemlerde; “Zulüm üzerine kurulmuş düzenler fazla uzun ömürlü olmaz, Rusya yakında dağılacaktır” buyurduklarında, belki birçok kimse buna ihtimal vermemiş, ama kısa süre sonra SSCB’nin dağılıp Türk Cumhuriyetleri’nin kurulduğunu kendi gözleriyle görmüşlerdir.
Medine-i Münevvere’de Ali Ulvi Kurucu ile hasbihal ettikleri bir mecliste, Ali Ulvi Bey Türkiye’de 28 Şubat öncesindeki iktidar değişiminden çok memnun olduğunu belirtip, bu vesile ile İslâmî idarenin geleceğine dair ümitlerini beyan ettiğinde, Muhterem Ömer Öztürk, Ali Ulvi Bey’e:
– Onları iktidara getirirler, kimseye yaptıramadıklarını da onlara yaptırırlar, diyerek cevap verir. Daha sonra bu sözün hikmetini tahkik ederek anlayan Ali Ulvi Bey, hizmetkârını göndererek; bundan sonra Türkiye’de neler olacak, sorduracaktır.
Kendisiyle kırk küsür yıldır beraber bulunanlardan Dr. Abid Özmen:
– Ne zaman sizin tavsiye ettiğinizin dışına çıktıysam, hepsinde pişman oldum, demiştir.
Cumhuriyet tarihinin en zeki başbakanlarından olan Turgut Özal, zaman zaman kendilerini telefonla arayarak içinden çıkamadığı meseleleri sorar, fikirlerinden istifade etmeye çalışırdı.
Güçlü Hâfızası
Kırk sene önce yaşanmış hâdiseleri, ayrıntıları ile beraber bir gün önce yaşanmış gibi anlatır. Bu hâfızaları sayesinde Kur’ân-ı Kerim’i çok okumakla hâfız gibi olmuştur. Bu yönünü şu örnekle açıklayabiliriz:
Harem-i Şerif’te beş vakit namazın, kıraati açıktan yapılanlarını bir hafta geçmişe doğru giderek hatırlayabiliyor. Misal; yedi gün önce sabah namazında falanca imam birinci rekâtta ne okudu, ikinci rekâtta ne okudu, akşam namazında filanca imam birinci rekâtta ne okudu, ikinci rekâtta ne okudu, yatsının birinci rekâtında ne okudu, ikinci rekâtında ne okundu; altı gün önce, beş gün önce… şeklinde bir hafta geriye doğru gidebiliyor.
İlmî Kişiliği
Çocukluğundan itibaren Sâmi Efendi hazretlerinin sohbetlerinde yetişmiş olan zât-ı âlileri, başta Ömer Nasuhi Bilmen olmak üzere Türkiye’nin son devir meşâyih ve ulemâsının ders ve sohbetlerine iştirak ederek, öğrendikleri ilmin mucibince amel etmelerinin ve âteşîn zekâ ve hâfızalarının da etkisiyle zâhirî ilimlerde gıpta edilecek bir seviyeye gelmiştir. Çocukluklarından itibaren kitaplarla çokça haşır neşir olmuş, bu sayede engin bir hadis bilgisine sâhip olmuştur. Bunun yanında dört mezhep fıkhında maharet kazanmıştır. Özellikle İmam-ı Azam Ebû Hanife (r.a.)’e büyük bir aşk ve hayranlıkla bağlı olmasının neticesinde Hanefî mezhebine derin bir vukufiyeti vardır. Bununla beraber kendisi sık sık:
“Kim ben âlimim derse câhilin ta kendisidir”[2] hadîs-i şerîfini tekrarlayarak, ilimde iddia sâhibi olmanın büyük bir âfet olduğunu beyan eder.
Sohbetlerinde kitaplara dayalı konuşmaya özen gösterir. Ehl-i sünnet ulemâsının getirdiklerinin dışına çıkılmasını, hele ehliyetsiz kişilerin yersiz içtihatlara kalkışmasını asla tasvip etmez.
Ömer Öztürk, ilim sâhiplerinin de istifade ettiği bir kimsedir. İstanbul Fatih ilçesi emekli vaizlerinden ilim ve irfanı ile tanınan Mehmet Taşkıran Hocaefendi:
“Uzun yıllar içinden çıkamadığım ve cevabını bulamadığım bir ilmî meseleyi muhterem üstâda sordum. Kendileri falan yerdeki şu hadîs-i şerîfe bakarsınız diye işaret ettiler, gerçekten işaret ettikleri yerde sualimin cevabını buldum.”
Medrese eğitimi ve özel hocalarla yetişmiş, on bin hadisi ezbere bilen, pekçok ilmî kitabın müellifi ve binlerce ilim talebesinin hocası Merhum Ekrem Doğanay; o zamanlar henüz kırklı yaşlarda bulunan Ömer Öztürk ile yaptığı bir görüşmeden çıktığında:
“Ben, iki saat içinde İslâm’ı bu kadar iyi özetleyen, İslâm’ı bu kadar iyi anlamış bir kimse ömrümde görmedim” demekten kendisini alamamıştır.
Kendisi, İslâm’ın kalbi ve merkezi olan Medine-i Münevvere’de bulunmaları vesilesi ile çeşitli milletlerin önde gelen âlim ve meşâyihi ile zaman zaman bir arada bulunmuştur. Hatta son asrın önde gelen âlimlerinden, tefsir sâhibi İmam Şaravî, Suud kralının özel uçağı ve dâvetiyle Medine’ye birkaç günlüğüne geldiğinde, ileri gelen ulemânın çağırıldığı bir meclise dâvet edilen birkaç kişiden birisi olmuştur.
Kendisinin ilim ve fazîleti değişik çevrelerin de malumu olmuş, Şia gibi ehl-i sünnet dışı bir topluluğa bakış açısı belli olduğu hâlde, İran’da yüksek makamlarda bulunan bazı kimseler dahi zaman zaman kendisine gelip bazı sorular yöneltmişler ve görüşme talebinde bulunmuşlardır. Aynı şekilde Mısırlı ve dünyaca meşhur bir âlim bir gün yardımcısını göndererek, “Şehâdet Komandoları” hakkındaki fikirlerini sormuş, Muhterem Ömer Öztürk de bunun asla câiz olmadığını, Yahudi bile olsa pizzacıda oturan insanları öldürmek gibi bir hakkımız olmadığını beyan etmiştir. Ardından şunları eklemiştir: ‘Mısırlı âlim madem buna fetva veriyor, yaşlı olmasam ben de şehâdet komandosu olurdum diyor; neden kendi boynuna asmıyor dinamit lokumlarını? Oysa Amerika’ya, Avrupa’ya, Türkiye’ye, yani istediği her yere gidebiliyor. Kendi asamazsa neden oğullarından birini göndermiyor?’
Medine-i Münevvere’ye ilk gittikleri zamanlar katılmak durumunda kaldıkları bir toplantıda; Kur’ân’ın bazı âyetlerinin te’vil edilmesi gerektiğini kabul etmeyen ve âyetleri sadece zâhirî mânâlarına hamletmek gerektiğine inanan, kendilerini ‘Selefî’ olarak tanıtan bazı kimselerin “Cariye hadîsi”ni[3] delil getirerek Cenâb-ı Hakk’ın gökte bulunduğunu iddia etmeleri üzerine kendilerine şunu söylemiştir:
– Eğer âyetlerin tevilini kabul etmeyeceksek Yunus (a.s.), balığın karnında “Lâ ilahe illâ ente sübhâneke innî küntü minezzâlimîn; yani, Ya Rabbi! Senden başka mâbud yoktur. Seni noksanlıklardan tenzih ederim, ben şüphesiz zâlimlerden oldum”[4] diye dua etmiştir. Arapça’da ‘ente; sen’ kelimesi kişinin karşısında duran muhataba yönelik kullanılır. Burada tevile gitmezsek Cenâb-ı Hakk’ın Yunus’un (a.s.) karşısında olduğunu kabul etmemiz gerekir. O zaman hâşâ Cenâb-ı Hak mı balığın karnına indi, yoksa Yunus aleyhiselâm mı semaya çıktı? Cenâb-ı Hak mekândan münezzehtir. Yine Kur’ân-ı Kerim’de: “Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız”[5] buyruluyor. Eğer tevil kabul etmeyecek ve Allah (c.c.)’ın hâşâ gökte olduğunu kabul edeceksek bu âyette geçen yakınlığı nasıl izah edeceğiz?
Bunun üzerine muhatapları, “Mugâlata yapıyorsun” diyerek konuyu kapatmak mecburiyetinde kalmışlardır.
Yine bir başka mecliste, “Şu üç mescidden başkasına yolculuk yapılmaz: Mescid-i Haram, Mescid-i Rasûl ve Mescid-i Aksa”[6] hadîs-i şerîfine göre Nebi’yi (s.a.v.) ziyaret için türbe-i saadete gelmek üzere yolculuk yapılmasının yasak olduğunu iddia edenlere cevaben şunları söylemiştir:
“Medîne’de ilkokulda okuyan herhangi bir çocuğun Arapça gramer kitabına bakarsanız orada görürsünüz ki, buradaki yolculuktan men etme, dilbilgisi kurallarına göre türbe-i saadeti kapsamaz.”
Abdulkâdir-i Geylânî (k.s.) hazretleri; “İlim, kitap-defter köşelerinden değil, Hakk’a erenlerin ağzından öğrenilir” buyurarak, ilm-i ledünnî ve fayda getiren ilim tahsilinde esas usûlün, ilmi ile amel eden bir âlimden istifade etmek olduğuna işaret etmişlerdir. Ömer Öztürk de, Sâmi Efendi hazretleri gibi ilim ve takvâsını kendi devrinde kendisini tanıyan bütün âlimlerin beyan ettiği, M. Asım Köksal gibi, Muhterem Ömer Nasuhi Bilmen gibi son devrin önde gelen âlimlerinin kendisine mânen bağlandığı bir nadirü’l-emsal şahsiyetin taht-ı terbiyesinde yetişmişler, o zâtın hâl ve kâlinden istifade etmişlerdir.
[1] Tirmizî, Tefsîr, 15.
[2] Taberani, Mu’cemu’l-Evsat.
[3] Hz. Peygamber (s.a.v.) cariyeye: ‘Allah nerede?’ diye sordu O: eli ile semaya işaret etmişti. ‘Pekâlâ ben kimim?’ dedi. Cariye: ‘Sen Allah’ın Rasûlü (s.a.v.)’sün.’ cevabını verince, Hz. Peygamber (s.a.v.) bana yönelerek: ‘Bunu âzâd et, zira mü’minedir.’ buyurdu.” (Müslim, Mesâcid 33; Muvatta, Itk 8; Nesâî, Sehv 20; Ebû Dâvud, Eymân 19) (İmam-ı Azam (r.a.)’e göre burada câriye Cenâb-ı Hakk’ı yüceltmek için gökleri göstermiş, –hâşâ– Cenâb-ı Hakk’a mekân isnâd etmek için değil.)
[4] Enbiyâ sûresi, 87. âyet.
[5] Kâf sûresi, 16. âyet.
[6] Buharî, Enbiyâ 8; Müslim, Mesâcid 2.[/vc_column_text][/vc_column][/vc_row]