Doğuştan varlıklı bir aileden gelen Muhterem Ömer Öztürk; dünyalıktan, kifaf-ı nefsten öte bir şeye meyletmemiştir. Dünya metâına ve paraya hiçbir zaman önem vermemiş, İbrahim bin Edhem (k.s.)’in tahtı ve zenginliği terk etmesi gibi, bütün malını, ailesini, hatta kundaktaki çocuğunu bırakarak üstâdı Hz. Sâmi’nin (k.s.) emriyle ve onunla birlikte yalnızca bir bavulla Medine-i Münevvere’ye hicret etmiştir.
“Dünya gölge gibidir, üstüne gidersen kaçar, kaçarsan gelir.” hadisinin hikmeti gereği Hak Te’âlâ her zaman kendisine ikram etmiş, ancak kendisi Allah ve Rasûlü (s.a.v.)’den ve O (s.a.v.)’nun ümmetine hizmetten başka bir şeyle uğraşmamış, bütün zenginliğini Müslümanlarla paylaşmıştır. Hâlen Medine-i Münevvere’de evi ile Harem-i Şerif arasında münzevi bir hayata devam eder, zaruret olmadan da başka hiçbir yere gitmez.
Sâmi Efendi Hazretlerinin (k.s.) İrşadı
Bir gün Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, ashâbının bulunduğu yere giderek şöyle buyurmuştur:
“Mânevî körlükten kurtulup basîret sâhibi olmak isteyenler bilsin ki, Cenâb-ı Hak, heveslerine uyarak dünyanın peşinde koşanların kalplerini, istekleri nisbetinde köreltir, basîretlerini bağlar. Uzun arzuları bırakıp dünyadan yüz çevirenlere de okumadan ilim ihsan eder ve doğru yola hidâyet buyurur. Dikkat edin! Sizden sonra öyle insanlar gelecek ki, onlar dünyalığı, hırs ve şiddetle adam öldürmek sûretiyle elde bulunduracaklar, ya fiilen katil suçu işlerler, ya da istikbâl sevdâsıyla evlâtlarını mânen katlederler. (Yâni onlara, îmân, İslâm ve ibâdet duygusu aşılamaz da hâli üzere başıboş bırakırlar. Zamanın kötü te’sirlerinden korumazlar ve cehennem odunu olmalarına râzı olurlar.) Zenginliği cimrilikle elde edecek, serveti iftihar vesilesi yapacak, mânevî menfaatleri unutup sevgiyi nefsin arzularına hizmet ederek elde edecekler. Sizden o günlere erip de servet yapmaya gücü yeterken fakr-ı ihtiyar edip sabredenleri, nefsin arzularına uyarak kendisini sevindirmek mümkün iken bunu terk edenleri, gayri meşrû yollarla yücelmeye muktedir iken horlanmaya tahammül edenleri ve bunları Allah rızası için yapanları Cenâb-ı Hak, Sıddıklardan elli kişinin ecir ve mükâfâtına nâil eyler.”
Sâmi Efendi hazretleri bu hadîs-i şerîfi Muhterem Ömer Öztürk’e yazdırarak MTTB başkanlıklarından sonra yapılacak olan hizmetin çerçevesini de çizmiş, bugüne kadar yapılan hizmetten daha farklı bir mecra içerisinde olunacağını anlatmıştı.
Bu dönemde yapılacak hizmetlerinin; şandan, şöhretten, paradan, siyasetten kaçınarak Allah rızası için, Allah yolunda, Cenâb-ı Hakk’ın sevgisini, rızasını kazanarak, kullarını da Allah’ın rızasına, muhabbetine dâvet etmek sûretiyle olacağını bildirmiş oluyordu.
Dünya Makamına İltifat Etmeyişi
Muhterem Ömer Öztürk, hayatı boyunca birçok dünyevî makam teklifi ile karşılaşmış, kendisine devletin zirvesine kadar çıkma yolu açılmış, ancak hiçbirine iltifat etmemiştir. Hâlbuki MTTB başkanlığı döneminde kendisinin riyasetinde çalışan kişiler bugün devletin zirvesinde görev yapmaktadırlar.[1]
Muhterem Ömer Öztürk, her sistemin kendisine göre yolu, yordamı olduğu gibi, İslâm’ın da kendisine göre bir usûlünün olduğunu ve bu usûlün de Allah Rasûlü’ne (s.a.v.) mutlak tâbi olmak şeklinde ortaya çıkması gerektiğini beyan etmiştir.
Rasûlullah (s.a.v.) birgün Kâbe’de iken yanına gelen Utbe b. Rebia, kavmi adına ona şu teklifi yapmıştı:
“Getirdiğin din sayesinde mal elde etmeyi murad ediyorsan, seni mallarımızla zengin edelim. Eğer şeref ve itibar istiyorsan, seni başımıza reis yapalım. Eğer sana gelen tutulup kurtulamadığın bir sihir ise seni iyi edinceye kadar tedavi ettirelim.”
Utbe sözlerini bitirince Rasûl-i Ekrem (s.a.v.), Fussilet sûresi’nin ilk âyetlerini okuyarak şöyle cevap vermiştir:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla… Bu vahiy, yarattıklarını rahmetiyle kucaklayan, sevgiyle bağışlayan Allah’ın vahyidir. Öyle bir kitaptır ki hakkı bâtıldan ayırt etmiş Arapça Kur’ân’dır. Bilen (gören) insanlara gönderilmiştir. Müjdeler verir, eğri yolun sonundan korkulur. Fakat onların çoğu, ondan yüz çevirdikleri için onu hakkıyla dinlemezler.”
Devletin başına gelerek İslâm gayesinin gerçekleşmesi mümkün olsa idi, Kureyş müşriklerinin;
“Dilersen seni başımıza geçirelim!” tekliflerini Nebi (s.a.v.) kabul ederdi.
Devletin başına geçmekle İslâm getirilecek olsa idi, Allah Rasûlü (s.a.v.) bu fırsatı kaçırmazdı.
Mânevî Makam ve Görevlere Göz Dikmedi
Orhan Yentürk şunları anlatır:
Hanımımın anneannesi, Allah rahmet eylesin, mâneviyatlı bir kadındı. (Son devirde Konya’da yaşamış ve yâd-ı cemîli hâlen Konya ve Karaman bölgesinde devam eden hanım velilerden Hediyye Anne; nur içinde yatsın).[2]
Bana oturduğu yerden değişik şeyler anlatırdı. Bir gün Hz. Sâmi’nin (k.s.) yolunu devam ettirdiğini iddia eden gruptan bazı kimseler birkaç defa ziyaretine gelmiş. Hediyeler getirmişler. Sonradan hediyelerini toplamış, onları da çağırmış:
‘Siz bunları başka bir gaye ile gönderiyormuşsunuz. Şu hediyeleri de alın gidin. Ben size Sâmi Efendi hazretlerinin müntesibisiniz diye ehemmiyet veriyordum. Hâlbuki siz başka işler yapıyormuşsunuz. Ömer Öztürk’e de düşmanlık ediyormuşsunuz’ diyerek onları göndermiş. Ondan sonra bana dönüp;
– Ömer Öztürk kaç yaşında? diye sordu. Ben de:
– 52 yaşında, deyince Hediyye Anne:
– Eh o zamana biraz daha var, dedi.
Hâlbuki Hediyye anne Ömer ağabeyi dünya gözüyle hiç görmemişti. Yani Hz. Sâmi’nin (k.s.) vasiyetini ona yaptığını ve sohbet vazîfesi verdiğini zâhirî yollardan bilme imkânı yoktu.
Ben bu olayı Ömer ağabeye anlatırken arabadaydık ve yanımızdaki arkadaş heyecanlandı, cezbe tuttu. Ömer ağabey kendisine:
– Ne oluyor, neden heyecanlandın? dedi. Arkadaş:
– Bak abi, sen kadına mânevî görevli diyorsun, o da senin için biraz daha var, zamanı gelmedi’ diyor. Senin hakkında tebşîratta bulunuyor. Bunun üzerine Ömer ağabey:
– Bak kardeşim! Sen, Ömer ağabey şu makâma geçecek, şöyle olacak, böyle olacak diye heyecanlanıyorsun. Yahu bu Ömer ağabey adamsa bir yere geçse de mühim değil, geçmese de mühim değil. Adam değilse, görünüşte nerede oturursa otursun hiçbir mânâsı yok. Bu cezbe, koltuğa kanepeye ehemmiyet verdiğin için… Esasen senin heyecanlanmanın sebebi koltuktan, kanepeden ötürü. Allah kendi indinde sevdiği kullarından eylesin. Îmânı kâmil mü’minlerden eylesin (Âmin). Cenâb-ı Hak; “Allah mü’minlerin dostudur”[3] buyuruyor. O’nun bizleri dost ettiği mü’minlerden eylesin (Âmin). Asıl değer verilecek, ehemmiyet verilecek esaslar bunlardır.” dedi.
Amaç İyi Bir Müslüman Olmaktır
Bir sohbetinde şöyle anlatmıştır:
“Gavs olmanın da, büyük bir veli olmanın da bir irtidad tehlikesi var. İşte, Belam ibni Baûra: Oturduğu yerde Levh-i Mahfuz’u okur, binlerce müridi not ederdi. (Bu, velayetin çok ileri bir derecesidir.) Musa (a.s.) zamanında yaşamıştı. İsm-i a’zamı biliyor, her duası kabul oluyordu. Bulunduğu Belka şehrinin valisi Belak, Hz. Musa (a.s.)’ın askerlerinin şehre girmemesi için, dua etmesini istedi. O da Musa (a.s.)’a beddua etti. Akabinde dili göğsüne kadar sarkıp yapıştı. Musa (a.s.)’ın askerleri tarafından öldürüldü. Îmânsız gitti. Kur’ân-ı Kerim’de, dilini sarkıtıp soluyan köpeğe benzetildi:
‘Artık onun meseli o köpeğin meseline benzer: Üzerine varsan dilini salar solur, bıraksan yine dilini salar solur.’[4]
Sana ‘sen gavs-ı a’zamsın’ denmesinden, ‘Sen hakikaten adam gibi adammışsın, iyi bir Müslümansın, her hususta sünnete uyan bir kimseymişsin’ denmesi çok daha sevimli olmalı.
Gavslık makamını küçümsemek için söylemiyorum, hedefimiz o değil. İyi bir Müslüman olmanın, sünnete her hususta riâyet etmenin öncelikli olması gerektiğini vurgulamak için söylüyorum.
Allah, onların yollarının yolcusu, ayaklarının tozu etsin, ama hedef oralara varıp gavs ve benzeri makamlara gelmek değil. Hedef iyi bir Müslüman olmak, sünneti yaşamak, adam gibi adam olmaktır. İnşaallah iyi bir Müslüman olmaya hakikî bir mü’min olmaya îmân-ı kâmil sâhibi olmaya çalışalım.
Tarikatın gayesi işte bu ahlâkı öğretmektir; uçmak gibi, insanları etkilemek gibi olağanüstü hâller göstermek değil.
Allah Azîmü’ş-şan’ın her şeye gücü yeter. O, ‘Ol!’ deyince bir anda her şey olur. ‘Yok ol!’ deyince yok olur. Güç gösterisi nedir? Kime yapacaksın? Çok güçlü olsan ne yapacaksın? Esas güç sâhibi Cenâb-ı Hakk’ın kendisidir. ‘Maşâallah lâ kuvvete illâ billâh.’ Ancak Allah’ın dediği olur, onun gücünden başka geçerli bir kuvvet yok. Hiçbirimizin gücü kuvveti, bizatihi değil, lizatihidir. Allah’ın verdiği gücü, kuvveti kullanıyoruz. Bizim bütün arzu ve hedefimiz de onların yollarında bulunmaya çalışmaktır. Allah (c.c.) onların yolunda yürütsün. Allah (c.c.) onlarla birlikte haşretsin.” (Âmin)
25-30’lu Yaşlarda Gelen Milletvekili Adaylığı Teklifleri
Dünyevî ve uhrevî hiçbir makama göz dikmemiş, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) sünnet-i seniyyesini gözlerinin nuru bilmiş ve ona tâbi olma şerefini her şeyden aziz tutmuştur.
1977 senesinde Necmettin Erbakan ismen bazı kimselerin özellikle aday listelerinde bulunmasını istediğini beyan etmişti. (O listede Ömer Öztürk de vardı. Desteklenmezse fitne çıkarılmış olunacağını öne sürerek Sâmi Efendi hazretlerinin fitne konusundaki hassasiyetinden istifade edilmiştir. Bunun üzerine Sâmi Efendi hazretleri bu evlatlarının milletvekili adaylıklarına müsaade etmiştir.) Bu isimler şunlardı:
- Ömer Öztürk
- Ömer Kirazoğlu
- Tahir Büyükkörükçü
Ömer Kirazoğlu, Kayserili olduğu için Kayseri’den liste başı, Tahir Hoca da Konya’da ikinci sırada aday listelerinde yazıldı. Ömer Öztürk’ü de aday listesinde hiç seçilemeyecek bir yere, yedinci sıraya yazmışlardı. Hem Öztürk’ü aday yapmışlar, hem de seçilemeyecek bir sıraya koymak gârabetini göstermişlerdi. Hâlbuki bu esnada Adalet Partisi’nden ve Demokrat Parti’den adaylık teklif etmişlerdi. Demirel, İstanbul ve Ankara dışında istediği yerden liste başı olarak meb’us adaylığı teklif etmişti.
Ferruh Bozbeyli de aynı teklifi Necati Çakıroğlu vasıtasıyla yapmıştı. O zamanlar bu iki parti de Necmettin Bey’in partisine göre çok büyük partilerdi. Bu tekliflerin olduğu bir durumda Necmettin Bey’in partisinin Ömer Öztürk’ü yedinci sıradan aday listesine yazdıklarını görünce Efendi hazretlerine:
– ‘Ömer Bey’i seçilecek bir yere çıkarttıralım mı?’ diye sormuşlar. Efendi hazretleri:
– ‘Sakın ha, karışmayın olduğu yerde kalsın!’ buyurmuş.
Ömer Öztürk’ün bu partiden aday olmasının sebebi;
– ‘Siz partiye karşı çıkarak İslâm’ın birliğine mâni oluyorsunuz, birliği bozuyorsunuz!’ sözlerine karşı yapılmış bir hareketti.
Öztürk ne partinin binasına gitmiş, ne giriş beyannamesi imzalamış, ne de bir yerde konuşma yapmıştı.
Bu teklifi yapanlara:
– Ben hiçbir yerde konuşma yapmam, partinizin binasına da gelmem, ama Hazret’e aday listelerinde ismimin bulunmasını söylemişsiniz, Hazret de benim ismimin yazılmasını söylemiş. Madem o söylemiş, başımın üstüne, o zaman ismimi yazabilirsiniz, demiştir.
Yani Hz. Sâmi burada Ömer Öztürk’ün isminin yazılmasına râzı olarak ‘İslâm birliğini bozuyorsunuz!’ sözlerine karşı bir cevap vermiş, daha sonra da aday listelerinde seçilebilecek bir yere yazılması teklifine karşı da ‘Sakın ha kalsın!’ diyerek milletvekili seçilmesine de râzı olmadığını ve hakîkatte istemediğini beyan etmiş oluyordu.
Bazı işler var ki içinde insanın meyli oluyor. Hz. Sâmi (k.s.) böyle emretti diye o isteği bastırarak Hazret’in emrini yerine getiriyorsun. Ama Ömer Öztürk ‘ün özellikle siyasete girmesine, meb’us olmasına müsaade etmemesine karşı, hiç öyle bir zorlamaya ihtiyacı olmadı. Zira eskiden beri o işten hiç hoşlanmıyordu. Fıtratına aykırıydı. Yani devamlı yalanla iç içe olmak, insanlara olduğundan başka türlü görünmek, Öztürk’ün hiçbir zaman sevmediği bir işti.
Medine’de, içerisinde bakanların da bulunduğu bir milletvekili grubu, ziyaretine gitmişti. Onların içerisinde bulunan Ekrem Pakdemirli’ye İsmail Köse dedi ki:
– Yahu Ekrem ağabey, ben şu kişiye hayret ediyorum. Ömer Bey’in çömezleri hep Meclis’te kendisi burada, bu nasıl oluyor?
Ömer Öztürk de İsmail Köse’ye:
– Sen rahat mısın, gönlün huzur içerisinde mi İsmail ağabey? Yalan söylemiyorum dersen şimdi yalan söylersin. Sabahtan akşama kadar yalanla iç içesin. Bu yalan içerisinde insan nasıl rahat olabilir? deyince o da:
– Eee, Ömerciğim sen kendin Meclis’te bulunarak onun örneğini gösterseydin, der.
Ömer Öztürk bu konu hakkında şu analizi yapmıştır: “Şu zihniyete bakınız: Önce git bataklığa, yalana dolana bat, sonra üstünü başını temizlemeye çalış. O bizim işimiz değil. Eğer bataklığı kurutabilirsen kurutursun. Ondan sonra oraya gidersin. Kurutamazsan da kul, Allah ve Rasûlü (s.a.v.)’nün emirlerine itaatle mükellef… Biz her zaman Rasûlullah (s.a.v.)’ın emri olan doğru ve dürüst bir hayat yaşamalıyız.”
Siyasete Bakışı
Ömer Öztürk, mebusluk, bakanlık, başkanlık gibi makamlara hiçbir zaman imrenmemiş; siyasete bulaşmış, milletvekili olmuş (şahsiyet ve şeref sâhibi) arkadaşlarına ve ülkeye bu şekilde hizmet etmeye çalışanlara da hep dua etmiştir. Bir Türk vatandaşı olarak da ülke yönetiminde böyle Müslüman insanların bulunmasından memnun olduğunu her fırsatta belirtir. Fakat bir yandan da üzülür, çünkü inancımızın yasakladığı birçok şeyi yapmak durumunda kalıyorlar. Fakat bu ikisini birbirine karıştırmamak lazım. ‘el-İnsâfu nısfu’d-dîn; yani insaf dinin yarısıdır’ hadîs-i şerîfi mucibince bazen bu arkadaşların yaptığı doğru işleri tebrik ederek hayırlı işlerde muvaffak olmaları için dua eder. Ama bazen de yaptıkları yanlış işleri İslâm’a, sünnet-i seniyyeye uymadığı için tenkit edip, yapılan yanlışları anlatmaya çalışmıştır.
Bu arkadaşlardan (milletvekili, bakan vb.) bazılarına değer vererek Medine’deki evine kabul etmesi, adamlıkla ve insanî değerlerle alâkalıdır. Yoksa onların makam ve mevkileri ile alâkalı değildir. Yani insanın gözü o makam ve mevkilerde olursa, o makam ve mevkiler insanın gözünde çok büyük ve ulaşılmaz bir şey olur. Ama gözün orda olmaz da bir dervişin hâline imrenirsen şayet, onların bulunduğu makamların bir dervişin makamı kadar imrenilecek makam olmadığını görür anlarsın.
Kendisi ile Görüşmek İsteyip Görüşemeyen Bakanlar
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi; Ömer Öztürk bu mevki sâhiplerini, insanlıklarından ve adamlıklarından dolayı evine kabul ediyor. Bildiğimiz kadarıyla Nebi’nin (s.a.v.)’in:
‘Size devlet büyükleri geldiği zaman ikram ediniz!’[5] hadîs-i şerîfi, karakteri düzgün insanlar için tatbik edilmeye çalışılmalıdır. Ama karakter ve şahsiyet sâhibi olmayan devlet ricaline bu şekilde davranmak doğru olmaz.
Medine’de beş altı bakan Bâbü’s-Selâm’a gelerek görüşmek istediklerini söylerler. Ömer Öztürk onlara der ki:
– Eğer evime gelince Allah ve Rasûlü (s.a.v.)’den bahsedip, konuşmamız inancımıza uygun olacaksa; hay hay, buyrun. Ama yaptığınız hizmetleri, günlük politik meseleleri anlatacaksanız, kusura bakmayın benim böyle şeylere ayıracak zamanım yok. Burada böyle selâmlaşmış olalım. Böylece ayrılalım.
Tabii herkes onların ellerini bir defa sıkmaya uğraşırken, Öztürk’ün bu cevabı onlara çok ağır gelir.
– Eh o zaman mesele yok, rahatsız etmeyelim, diyerek ayrılırlar.
Yine Ömer Öztürk’ün yanında Talebe Birliği’nde ihtisas komisyonlarında bulunmuş olan bir arkadaş hac zamanında Medine’ye gittiğinde Öztürk’e uğrar. Pazartesi-perşembe cennet bahçesindeki iftar sofrasına katılır. En son gideceği cuma günü Öztürk’e der ki:
– Ağabey biraz sonra hareket ediyoruz. Bize tavsiyeniz, vasiyetiniz nedir? Ömer Öztürk de:
– Allah Rasûlü (s.a.v.)’nün yolundan ayrılmamalıyız. Her hususta sünnete ittibâ etmeliyiz ve bunu gözümüzün nuru bilmeliyiz’, der.
Bunun üzerine Ömer Öztürk’e ne dese beğenirsiniz:
– İyi de, her hususta sünnete uymaya çalışıp memleketi masonlara mı teslim edelim?
Bu nasıl terbiyesizlik! Ona, sünnete uy dendiğinde verdiği cevap ortada. Bu nasıl anlayış, nasıl fikir? Bu zihniyette olan insanlarla konuşup vakit kaybetmenin de bir mânâsı olmasa gerek.
Turgut Özal’ın Teklifi
Abdullah bin Mübarek (r.a.), yanında Ebû Hanife (r.a.)’in ismi geçtiğinde şöyle söylerdi:
“Dünya, içindekilerle beraber defalarca kendisine sunulup da ona yüz çevirip reddeden O yüce kişiden mi söz ediyorsunuz?”
Muhterem Ömer Öztürk de kendilerini İmam-ı Azam (r.a.)’ın yoluna adamış olduğu için benzeri birçok tecellilere mazhar olmuştur.
Kendisine yapılan büyük bir iş teklifi ile ilgili menkıbe şöyledir:
Turgut Özal, 1982 senesinde ihtilal hükûmetinde başbakan yardımcısı iken, kendi yardımcılarından bir profesörü göndererek büyük bir ticarî projede Öztürk’e ortaklık teklif etmişti. Özal’ın gönderdiği kişi bir sürü dosya ile gider. Yaptığı fizibilite çalışmalarına göre bu işin 800 milyon dolarlık bir iş hacmi… (800 milyon $ o zaman için dev bir paraydı. Türkiye’nin o zamanki bütçesine bakılırsa paranın büyüklüğü daha iyi anlaşılabilir). %42 ila %58 arasında kâr etme ihtimali vardı. Aşağı yukarı 480 milyon dolarlık bir kâr söz konusu… Belki yarısını vermezdi, ama dörtte birini verse 120 milyon dolar, onda birini verse 48 milyon dolar eder.
Ömer Öztürk, bu teklifi getirene bir cevap vermez:
– Ben bu dosyaları bir inceleyeyim, Turgut Bey’e kendim cevap veririm, der.
Bu teklif gelmeden bir müddet önce Efendi hazretlerinin Nebi (s.a.v.) Efendimiz’in Hz. Ebû Bekir (r.a.) için söylediği:
‘Sâlih insana, güzel, sâlih, temiz mal ne güzel yakışır!’ hadîs-i şerîfini naklettiği hatırına gelir ve kendi kendine:
‘Hazret bu hadisi söylemişti, Turgut Bey de böyle bir teklifle geldiler. Acaba Hazret bana bunu, bu teklif için söylemiş olmasın, yani Hazret:
‘Şu işten böyle bir para kazanırsan İslâm’a hizmetin olur mu’ demek istemiş?’
Bu düşüncelerle bu teklifi Hazret’e sormaya karar verir. Hazret’e gidip sorunca, daha sorusu biter bitmez ellerini uzatarak aynen Öztürk’ün milletvekili adaylığı için söylediği gibi:
‘Sakın ha!’ buyururlar. “Yani dolayısıyla Hazret, her safhada başlangıçta naklettiğimiz hadîs-i şerîfte de beyan buyrulduğu gibi, Öztürk’ün bu tip işlerin dışında kalmasını istemiş ve böyle söylemiştir.” Çünkü bu teklifi kabul ettiği takdirde Medine’den ve Hazretin yanından geçici olarak da olsa ayrılmış olacaktı…
[1] 11. Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül, MTTB yıllarında kendisinin icrâ konseyi muhâsibi idi. 12. Cumhurbaşkanı Sayın Recep Tayyib Erdoğan ise daha sonraki dönemlerde aynı teşkilatın Kültür Müdürü olarak görev yapmıştır. Son yıllarda görev yapan birçok bakan ve burada sayılamayacak kadar çok sayıda milletvekili ve bürokrat da yine Ömer Öztürk’ün riyasetinde ve ondan sonraki dönemlerde MTTB’de görev yapmışlardır.
[2] Bir kadının evliya ve mânevî görevli olması mümkündür. Kırkların içerisinde bazen kadınlar da olmuştur.
[3] Âli İmrân sûresi, 68. âyet.
[4] A‘râf sûresi, 176. âyet.
[5] Zehebi, Siyer, II,381