Harem ehlinden 16 yaşında bir gencin, Muhterem Ömer Öztürk İstanbul’a gittiğinde yazdığı şiir:
Ey Efendimiz (Muhterem Ömer hazretleri) sen gittin sanki burası gündüzken aniden gece oldu,
Ümmet-i Muhammed’in (s.a.v.) gençleri mürebbilerine hasret kaldı,
Bu hasrete derman bulunamazdı,
Ve saat 17:30; kapıdakilerin gözleri yollarda kaldı, seni bekliyorlardı,
Bab-ı Sıddık’taki fakirler seni bekliyordu, sanki aniden çıkıp gelecekmişsin gibi,
Ravza ehli sana hasret kaldı, titriyorduk senin mübârek zâtını hatırlayınca,
Belki hep titriyorduk, çünkü zât-ı âlinin aklımızdan çıkması imkânsızdı,
Ve mübârek yüzün gözlerimizin önüne gelince yanıp eriyip kül oluyorduk,
Ve akşam namazından sonra Ravza’da sanki senin zât-ı âlini görüyorduk ve gül kokun burnumuza geliyordu,
Ve Kur’ân okurken senin sırtımızı sıvazladığını hissediyorduk. O an hatıra gelince gözyaşlarımıza hâkim olmamız imkânsızdı,
Yatsı namazından sonra ziyarete giderken seninle olan anlarımız hatırımıza geldi,
Ve huzurda yalvardık Rabbimize (Ya Rabbi onu sağ salim Medine’ye döndür, bizleri ondan mahrum etme, bizleri ona layık kıl, dünyada da âhirette de ayırma bizleri, âmin.
Sesler yankılanıyordu Medine’den bizleri bırakma ya Şeyh Ömer,
Sen yokken bizim hâlimiz güneşe hasret kalmış bir bitki, susuz kalmış bir gül gibi ya Muhterem Mürebbimiz,
Yetiş ya Şeyh Ömer.
Yemeğin kıymetini aç kalan bilir
Suyun kıymetini susuz kalan bilir
Her gün binlerce kez nefes alsak da
O nefesin kıymetini nefessiz kalan bilir.
Efendim kıymetinizi bilemeyenlere şaşarım
Bir kimse âmâ da olsa sağır da olsa
Ve dokunsa bir ipeğe bir de kumaşa
Aradaki farkı anlar sadece dokunmakla
Efendim biz güneşi gördüğümüz gibi
Sizi gördüğümüz hâlde
Sizin de muhteşem zâtınızı hakkıyla idrak edemedik…
Affınıza sığınıyoruz
Hâlbuki gören göz için her şey yeterince açık efendim
Dünyada arkanızdan gelen Huzur-ı Nebî’de,
Bâbu’s-Sıddîk’ta oturma şerefine nail oluyor
Sadece bu bile sizin mübârek zâtınızın kıymetini ortaya koyarken
Biz sizi hakkıyla bilemedik ey efendim
Lütfen affedin bizleri
Efendim dünyada Habîbullah’ın huzuruna getirdiniz
Yalvarırız âhirette de bırakmayın bizleri
***
Başka bir şiir de bir ilim erbâbından. Bursa Başvaizi Ahmed Arda Hocaefendi’den:
Sâlih İnsan Ömer Öztürk
Ölümü hatırlatır,
Mevlayla tanıştırır
En kısa yoldan seni
Rabbine Kavuşturur
Ömer-i Faruk gibi
Zannedersin kendini
Tek gayesi tevhiddir
Üstün görür her şeyden
Rabbinin dediğini
Kalkandır onun için Hz. Muhammed’in (s.a.v.) sözleri…
(Ahmed ARDA, Bursa Başvâizi)
***
Başka bir şiir:
Muhterem Ömer Öztürk’e…
Ey efendim,
İştiyâkı sanadır ol kâinat sultânının,
Kıymeti paha biçilmezdir senin her ânının.
Sen ki ayrı düştün babandan ve kardeşlerinden,
Yalnızca koştun Rabbinin rızâsının peşinden.
Hakk’ın rızâsı için, dünya malını terk ettin,
Nefsini ol tevâzun ile hor ve hâkir ettin.
Şöhrete ve mâsivâya asla rağbet etmedin,
“Ya Rabbim! Şu kalbim yalnız sana aittir.” dedin.
Muhabbetullah ile mağmum ve mahzûn biçimde,
Durursun mescidler sultanı Mescid’in içinde.
Verirsin kalbini Cenâb-ı Rabbü’l-Âlemîn’e,
Bağlarsın rûhunu seni iyi bilen Emîn’e.
Müjde sana Sultan’ım, Kâinat Efendisi’nden,
Bir hastalığın efdaldir bir yıl ibâdetinden.
Daha efdaldir, senin tek bir tesbihin içinden,
Tüm dağlar kadar altın bağışlayanın ecrinden.
Sadece bakmakta bile, ecir var Beytullah’ta,
Sana bakmaksa daha sevimlidir İndallah’ta.
Senin sevindirdiğin, Hak sevindirmiş gibidir.
Seni it‘am eden, Hakk’ı it‘am etmiş gibidir.
Hantal günahkârlar oturunca senin yanına,
Hakk’ın rahmet nazarı iner hepsinin alnına.
Hiçbiri kalkmazlar günahları affolmadıkça,
Kimseler bulamaz bu rahmeti, sen olmadıkça.
Senin içindir Nebî’nin ol inci gözyaşları,
Nebî sana müştaktır, sanadır iştiyâkları.
Senin içindir duâsı, Âlemlerin Rabbi’ne:
“Rabb’im koru onları, yardım et kendilerine.
Gözyaşım onlara kavuşma iştiyâkımdandır.
Kıyâmette benim gözümü onlarla nûrlandır.”
Evliyâya müjdeyi ekledi duânın hatmine,
Dedi: Lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûne”
Ahmed KULOĞLU
***
Şair Câhid Ercan’dan:
Aldım selâmını muhterem kardeş
Şükrânımı arza diller perişan
Hâzan Erenköy’de kahır ile eş
Dostun bahçesinde güller perişan
Bir gizli derdim var durmayıp taşan
Her gün fazlalaşan, dağları aşan
Gözümün yaşıyla çağlayıp coşan
Deryalar, ummanlar seller perişan
Sildiler defterden başım dik diye
İsmimiz yazıldı, “ baron, dük” diye
Anılmaz adımız dile yük diye
Rabbime açtığım eller perişan
Seslerim gelen yok elbet çağrıma
Bakan yok lâlime şu kalb ağrıma
Firkatin nârıyla yanan bağrıma
Ateşini veren göller perişan
Çekecek tâkat yok ömrüm yaşımı
Siler bir gün ecel gönlüm pasını
Rasûl-i Zîşânın râyihâsını
Âleme dağıtan yeller perişan.
Herkes gitti, yazık dosttan eser yok
Uzlet köşesinde derdime yer yok
Kadir kıymet bilen âlemde er yok
Bu halle şehirler, iller perişan
Sine-î efgânın dinmeyen âhı
Bilmedim bu gönlün nedir günâhı
Rabbim kader etmiş bahtı siyâhı
Ufkuma gerilen tüller perişan
Selâmın başüzre kardeşim Ömer
El kalem tutmuyor, dilde yok hüner
Gözümden ırmaklar durmayıp iner
Yaşımın medfeni göller perişan.
28 Ocak 1981 / Erenköy
***