Medine-i Münevvere’ye Hicretin Fazîleti
Rasûlullah (s.a.v.)’in emri gereği bütün Müslümanlar Cennetü’l-Bakî’de defnolunmayı arzu etmelidirler. Çünkü Rasûlullah (s.a.v.)’e Şam, Irak ve Yemen tarafından üç ayrı kavim ayrı ayrı zamanlarda gelerek huzur-ı risâlet-i penâhide oturdular. Rasûlullah (s.a.v.) onlara İslâm’ı telkin etti ve o kavimler de Müslüman oldular. O zamana kadar inen emirleri Allah Rasûlü (s.a.v.)’den talim ettiler ve her bir kavim:
‘Beldemize gidelim, İslâm’ı orada anlatalım’ diyerek müsaade istediler.
Nebi-yi Ekrem (s.a.v.) her bir cemaat kalkıp gittiğinde:
‘Ve’l-Medinetü hayrun lehum lev kânû ya’lemûn’ yani:
‘Eğer bilselerdi Medine kendileri için daha hayırlı idi’ buyurmuşlardır.
Buradan anlaşılması gereken şudur: Medine-i Münevvere’yi bu üç beldenin, (Şam, Irak, Yemen) tam ortasına koyarsak, cihet yani yön itibariyle Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin bu mübârek sözlerinin dünyanın her tarafını kapsadığını görürüz. O halde bu sözün mânâsı; ‘Medine dünyanın her yerinden daha hayırlıdır’ demektir.
Ve yine Efendimiz (s.a.v.) Medine için:
‘Kimin elinden Medine’de ölmek gelirse onu işlesin. Şehitler gibi ölür. Mahşer sabahı da kendisine şefaat ederim’ buyurmuşlardır.
Ulemâ, Cennetü’l-Bakî’de bulunanların Nebî (s.a.v.)’in hassa ordusu mesabesinde olduğunu ifade ediyor. Ehl-i Bakî’, yarın mahşer sabahı Nebi-yi Ekrem (s.a.v.)’in önünde, arkasında, sağında, solunda Sahâbe-i Kirâm hazeratı ile beraber yürüyeceklerdir. Cenâb-ı Allah hepimize nasip ve müyesser eylesin. (Âmin)
Kutlu Dâvet
Muhterem Ömer Öztürk’ün Medine-i Münevvere’ye hicretinin başlangıcı 1976 yılında idi.
1976 senesinde Mart sonu Nisan başı Hz. Mahmud Sâmi (k.s.):
– İnşaallah, Medine’ye hicretimiz için mânen dâvet geldi, buyururlar.
Umumi olarak Medine’den dâvet geldiğini bu şekilde buyurduktan sonra Ömer Öztürk’e de:
– Siz de beraberimde bulunursunuz, derler.
1977 senesi Mayıs ayında büyük kızı yeni doğmuştur, henüz on günlüktür. Hz. Mahmud Sâmi (k.s.):
‘Çok fazla eşya almazsınız. Evdekiler (yakın akrabalar) hicret ettiğimizi anlamasınlar. Bir bavulla gelirsiniz!’ buyururlar. Ömer Öztürk de evdekileri bir çocukla bırakarak hiç haber vermeden bir bavulla hicrete çıkar.
Sâmi Efendi hazretleri (k.s.):
– ‘Kimse hicret ettiğimizi anlamasın!’ dedikleri için ihvâna:
– ‘Efendi hazretleri umreye gidiyor’ diye duyururlar.
Uçak biletlerini aldığı Ali Koçak Bey seksen küsur kişinin bu umre ziyaretine iştirak ettiğini söylemiş. Yani seksen küsur kişilik bir cemaatle yolculuğa çıkılmış. Ama Mahmud Sâmi (k.s.) Efendimiz ile Ömer Öztürk’den başka hicret niyeti ile gittiklerini bilen yoktur.
Mekke ve Medine’de tam elli gün kalırlar. Bu çok değişik bir ziyaret olur. Mahmud Sâmi (k.s.) Efendimiz:
– ‘Şimdi döneceğiz, inşaallah ileride tekrar başka bir tarihte yine hicret ederiz’ buyururlar ve hicret başka bir sefere kalmak kaydıyla, geri dönerler.
Evin Tutulması ve Sohbet Vazifesi
1979 senesinde Sâmi Efendi hazretlerinin Medine’ye hicret için tekrar talimat vermesi üzerine Muhterem Ömer Öztürk tekrar hicret hazırlıklarına başlar. O zamanki Suudi Arabistan Kralı Hâlid’in arkadaşı İbrahim Şakir, ikamet için on sekiz kişilik dâvetiye göndermiştir. Bu dâvetiye sayesinde ikamet işinin resmî yönü halledilmiş olur.
Daha sonra Sâmi Efendi hazretleri Öztürk’ü, ev bulup yerleştirmek üzere şevval ayında (Eylül 1979) Türkiye’den Medine’ye gönderir ve:
‘Hıfz âyetlerini, Âyete’l-Kürsi’yi okursunuz ve Medine’deki sohbetlere siz devam edersiniz’ buyururlar. Mevlana Muhammed Rebhâmî hazretlerinin Riyâdü’n-Nâsihîn kitabını uzatarak:
– Bu da size hediyem olsun. Onu Medine’de sohbetlerde okursunuz. Ancak taşımanız uygun değil. Uçakta zor olur. Medine’ye kara yoluyla giden Şekerci Mustafa adlı birisine verirsiniz, o da Medine’de size teslim eder’ buyururlar.
Sâmi Efendi hazretleri, geçirdiği trafik kazası sebebiyle hekim tarafından iki kilo dahi yük taşımaması söylenen Öztürk’ün bir kilo kitap dahi taşımaması için bu kadar hassas düşünüyordu. Öztürk:
– Efendim bunu kim okuyacak? deyince.
– İnşaallah siz okursunuz! buyururlar.
Muhterem Ömer Öztürk, Medine’ye gelince daha önceden talebelerle gönderdiği ve bir depoya koydurduğu eşyaları, Sâmi Efendi hazretleri için tuttuğu eve yerleştirir. Böylece bütün hazırlıklar Cenâb-ı Hakk’ın lütfu ve Sâmi Efendi hazretlerinin himmeti ile tamamlanmış olur.
Sâmi Efendi hazretleri Zilkade ayında Medine’ye geldiklerinde Muhterem Ömer Öztürk üç arkadaşıyla beraber Cidde’de karşılarlar.
Yol Kesmek İsteyenler
Muhterem Ömer Öztürk, Hazret’e ve ihvâna on sekiz kişilik Cidde–Medine uçak bileti almıştı. Cidde Havaalanında o kargaşa içerisinde, uçuş kartlarını almak için biletleri Öztürk’ten alırlar. Nasıl olduysa Muhterem Ömer Öztürk’e ve onunla beraber gelen üç kişiye uçakta yer kalmaz. Hazret uçağa gider. Ömer Öztürk ise dışarıda kalır. Hz. Sâmi (k.s.) ve beraberindekiler uçağa binince uçuş kartı olmamasına rağmen telaşla uçağa giden kapıya yönelir. Oradaki memur, onun telaşlı hâlini görünce giriş kartını sormaz ve bu şekilde içeriye girer, kontrol noktasından geçer. Apronda Öztürk’ü gören başka bir görevli:
– ‘Uçağa mı yetişeceksin?’ der. ‘Evet’ cevabı üzerine kendi arabasına bindirerek uçağa götürür. Uçağın kapısında uçuş kartlarını kontrol eden görevli de Muhterem Ömer Öztürk’ün özel araçtan indiğini ve telâşını görünce uçuş kartını ve pasaportu sormaz ve böylece uçağa binmiş olur. Uçakta ihvandan birinin çocuğunu kucağına alır, bu şekilde Medine’ye Sâmi Efendi hazretleri ile beraber gelinir.
Burada oynanmak istenen oyun başkadır. Suudi Arabistan’da görev yapan Türk istihbaratı, Muhterem Ömer Öztürk’ün, Hazret’le beraber Medine’ye girmesine mâni olmak istemiştir. Bunun için böyle bir oyun tezgâhlarlar. Ama yapan eden Allah…
‘Ancak, Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın dediği olur.’[1]
Medine’ye girişte Muhterem Ömer Öztürk’le Hazret’in beraber bulunmasını istemeyen istihbaratçıların planı tutmamış olur.
“Görev Yeriniz Mekke’dir”
Böylece 1979’un Eylül ayında Medine’ye hicret edilmiş olunur. Medine’ye gelirken Sâmi Efendi hazretleri Öztürk’e: ‘Bizim burada kalmamız lazım; hizmet yönünden benim görev yerim Medine, sizinki Mekke’ demiştir.
Vitir Namazı Meselesi
Medine’de Ramazan ayında vitir namazı ayrı olarak, iki ve bir rekat şeklinde kılınır. O zamanlarda Medine ileri gelenlerinin muhtelif ilmî toplantıları oluyordu. Bu toplantılara Ömer Öztürk’ü de çağırıyorlardı. Burada kalabilmeleri için onlarla iyi geçinmeleri gerektiği düşüncesi ve Sâmi Efendi hazretlerinin emriyle, istemeden de olsa iştirak eder. Bir gün yine bir toplantıda Ömer Öztürk’e sorarlar:
– Siz mescidde imama uyup farz namazı kılıyorsunuz. Ramazan’da sünnet olan teravih namazını da yine imama uyup kılıyorsunuz. Peki bu ikisi arasında vacip olan vitir namazını neden imama uyup kılmıyorsunuz?’
Tabii onlar mezhepleri kabul etmediği için ‘Hanefî Mezhebi’nde böyle kılınmadığı için kılmıyoruz’ diyerek onlarla lüzumsuz bir tartışmaya girmeye gerek görmez. Rahmetli Hattat Mustafa Efendi vardı, Ona sorarlar. O:
– Evladım, bizde, Hanefîlerde tek rekât namaz yoktur. Onlarla bu şekilde kılamayız, diye cevap verir.
Hz. Sâmi (k.s.):
– Burada kalmamız lazım. Bizim burada mânevî vazifemiz var, demişti.
Burada kalabilmek için de bu adamlarla geçinmek lazım. Buradaki kimseler soruyor:
– Yatsı namazının farzını imamla kıldın, teravihi de kıldın. Peki, vitr-i vacibi niye kılmıyorsun?
Bunlara bir cevap vermek lazım. Efendi hazretleri buyurmuşlardı ki:
– Size bir soru sorulursa, her soruyu çekinmeden bana sorarsınız. Bu sorulur veya sorulmaz, diye düşünme, ne istersen sor.
Kendilerine hâdiseyi baştan sona anlatır ve ‘Ne yapmalıyız?’ diye sorar. Hazret bir müddet başını öne eğer, sükût buyurdu. Sonra başını kaldırır ve:
“Kılabilirsiniz, iadesi de gerekmez, diye cevap verir.
1980’de İstanbul’a Tedavi için Geliş
Ömer Öztürk’ün 1977’de trafik kazasında bel kemiği kırıldığı için dokuz ay yatar. Hekimler doğal olarak hep bel kemiği üzerinde duruyorlardı. Evde yatarken genç hekim arkadaşlar şöyle demişler:
– Ömer ağabey, seni muayeneye hep hocalarımız geliyor, genç hekimler olarak bizim araya girmemiz, konuşmamız ayıp olacağı için bir şey demedik. Hep belinin üzerinde duruyorlar, hâlbuki kaburgalar kırılmış, ciğere batmış. Bu ciğerler birkaç sene sonra mesele çıkarır.
Hakikaten o genç hekimlerin dediği gibi olur. Üç sene sonra ciğerlerden kan tükürmeye başlar. Bunun üzerine Hazret: ‘İstanbul’a tedaviye gidin’, buyururlar.
İstanbul Üniversitesi Çapa Tıp Fakültesi’nde Prof. Dr. Kuddusi Gazioğlu için akciğer konusunda Türkiye’de “bir numara” diyorlardı. Bu konuda Amerika’da derse de gidiyormuş, ayrıca neşriyatı da varmış.
Hoca’ya, doktor Yusuf Akkaya ile beraber giderler. Hoca muayene ettikten sonra (Daha o zaman duyulmamıştı) ‘akciğer tümörü’ teşhisini koyar. ‘Bronkoskopi, ondan sonra da ameliyata almamız lazım, der. Ciğerden parça alınıp tahlil yapılacak, sonra da ameliyat edecekti. Doktor, Yusuf Akkaya ile özel görüşmek için Ömer Öztürk’ü dışarı çıkarır. Yusuf bey’e: ‘Ömer Bey’in hastalığı çok mühim, hayati tehlikesi var, sakın ihmal etmeyin’ diye sıkı sıkı tembihler. Hastaneden ayrıldıktan sonra o gün akşam eve gittiklerinde Hazret’in, Medine-i Münevvere’den evdekilere telefon açtırarak, ‘Ömer Öztürk’e selâmımı söyleyin, inşaallah şifâ âyetlerine devam etsin’ dediğini naklettiler.
Onun üzerine kararını verir. Hazret böyle dedikten sonra yapılacak iş belli olmuştur. Bronkoskopi de, ameliyat da olmaz. Şifâ âyetlerine devam eder.
O arada Çapa’daki İstanbul Tıp Fakültesi’nde Doç. Dr. Tuğrul Bey’e yönlendirirler. Ömer Öztürk’e altı sene fuzulî yere ilaç içirir. Bu altı seneden sonra GATA’da Albay Prof. Yücel Bey’e muayene olur. Yücel Bey:
– Ömer Bey, bizim Tuğrul çok iyi hekimdir. Benim sınıf arkadaşımdır ama bunca ilacı boşuna içirmiş. Niye içtin sen bu ilaçları? diye sorar. Ömer Öztürk de:
– Nasibimizde varmış, ne yapalım?’ diye cevap verir.
Tabii altı sene boyunca içtiği ilaçlar kortizonlu olduğu için ilaçları bırakınca, kilosu artar ve 20 kilo birden alır. Oysa o hastalık sırasında 63–65 kiloya düşmüştü.
Yücel Bey son olarak şunları söylemiş:
– Ömer Bey, bir şeyin kalmamış. Bak şu çay bardağı var ya. Kanaman bu çay bardağını doldurursa o zaman hekime müracaat et. Eğer çay bardağını doldurmazsa kanı görmedim de, öksürmemden oluyor de, boşver ve buna aldırış etme.
Yücel Bey’in bu sözü üzerine ilacı bırakır. ‘Tümör var, kanser var, şu kadar ömrün kaldı’ diyorlardı fakat elhamdülillah bir şeyi kalmaz.
Muhterem Ömer Öztürk hastalıkla alâkalı şu tavsiyelerde bulunmaktadır:
“Hastalıktan ötürü telaşlanmamak lazım. Allah-u Te’âlâ devasız dert vermemiştir. Her derdin bir devası var. Hastalığı veren, şifâyı da verecek olandır. Onu bulmak lazım. Cenâb-ı Hakk’tan her zaman ümitli olmak lazım. Allah’tan ümitli olduğumuz müddetçe Cenâb-ı Hakk’ın yardımı bizimle beraberdir. Allah’a can-u gönülden ümitle bağlanıp istirham edelim, dua edelim.”
Medine’de Bulunma Âdâbı Röportajı
Bir radyo kanalı ‘Âşıklar Diyarı Medine ve Âşıkları’ isimli program hazırlamış; ilk röportajı da Muhterem Ömer Öztürk ile yapmıştır. Kendileri Medine’de yaşamanın ne demek olduğunu şöyle anlatmıştır:
“1979 senesinde Medine-i Münevvere’ye hicret ettik. Babamın ve ailece hepimizin üstadı olan Sâmi Efendi hazretlerinin Medine’ye intikali sebebiyle, ona tâbi olarak Medine’ye gelmiş olduk.
Hattat Mustafa Hocaefendi vardı –Allah gani gani rahmet eylesin– 1996’da vefat etti. O, 1920’li yıllarda hicret etmiş. Medine’ye ilk geldiğimizde Hocaefendi’yi ziyarete gittik. Bize şöyle bir nasihatte bulundu:
– Sâmi Efendi’nin arkasında gelmişsiniz, Allah râzı olsun, Medine-i Münevvere’ye hicret etmekle çok güzel bir iş yapmışsınız. Yalnız dikkat edeceğiniz husus; burada yürürken, otururken, kalkarken, konuşurken buranın Allah Rasûlü (s.a.v.)’in beldesi olduğunu hatırdan çıkarmamalısınız. Ayağımı bastığım yere ola ki Nebî (s.a.v.)’in ayağı basmıştır, en azından bir sahâbînin ayağı basmıştır diye yürüyebilirseniz ne âlâ… Harem-i Şerif’e girerken çıkarken nereye girdiğinizin farkında olup hareket edebilirseniz ne mutlu size… Ama eğer alışır da Türkiye’de yaşıyor gibi yaşarsanız, mesela yolda yürürken yere tükürürseniz, Harem’e girip çıktığınızda nereye girip çıktığınızın farkında olmazsanız, o zaman Türkiye’de yaşayıp muhabbetle buraya gelip gitseniz çok daha iyi olur.
Medine’de yaşamak kime nasip olur belli değil. Merhum Konyalı Fehmi Efendi vardı meşâyihten. Allah gani gani rahmet eylesin. 50 yıl Medine’de oturmuş hiç çıkmamış Medine’den. Aile efradı, çoluk çocuğu ısrarla dâvet etmiş; “Biz gelemiyoruz sen gel Türkiye’ye” diye. Hocaefendi Medine’den çıkmayı istemediği hâlde onların dâvetini kıramadığı için Türkiye’ye gitmiş orada kalmış. Nasip meselesi, istemekle olmuyor. Hocaefendi 50 yıl çok da kolay şartlarda yaşamamış.
Merhum üstad Ali Ulvi Kurucu Bey anlatmıştı, ‘Ömer, evladım, 50’li yıllarda burada günde bir riyal bulmak çok büyük bir nimetti’ diyor. Gene eskilerden Amasyalı Mustafa Efendi vardı, o da 1920’li yıllarda hicret etmiş. Şöyle anlatırdı:
‘Biz devlet memuruyuz, 1940’lı yıllarda aybaşında devletin maaş verecek bir şeyi yok. Buraya Mısır’dan, başka ülkelerden gönderilen yiyecekler (peynir vb.) gelir, bize maaş olarak verilirdi.’
Medine-i Münevvere, Müslümanların gönlünde olan bir şehir… Burada bulunmayı herkes arzu eder, ama nasip meselesi. Şartların oluşması, kendisini bu tarafa kılavuzlayacak zevatın bulunması meselesi… Hepsi bir araya gelince nasip oluyor. İşyerim Türkiye’deydi. İş yerimi de güvendiğim arkadaşlara bıraktım. Sermaye benden, emek onlardan ortak çalıştık. Kanaat sâhibi de olursa insan, elhamdülillah, başka şeye hacet yok.
Allah, Hz. Sâmi’nin (k.s.) duası bereketiyle bize Medine’yi nasip etti. İnşaallah buradan ayırmaz. Allah (c.c.) buraya uygun edep ve ahlâk üzere devam etmeyi nasip etsin.
Hattat Mustafa Efendi’nin çizdiği çerçeve bizim için çok mühim bir ikaz oldu. Medine’de adımımızı atarken, yürürken, konuşurken, otururken ve kalkarken Allah Rasûlü’nün (s.a.v.) beldesidir, ola ki burada bir sahabe oturmuştur, yürümüştür diye dikkat edilerek yaşayınca insanın içindeki haz da ona göre artıyor.
Tabii ki Medine’de yaşamakla Türkiye’de yaşamak arasında bir fark olması lazım. Türkiye kendi memleketimiz, insan istediği gibi rahat yaşayabiliyor. Ama Medine’ye gelince Rasûlullah (s.a.v.)’in beldesi diye daha fazla dikkat etmek ve itina göstermek icap ediyor. Ben 35-36 senedir şahsım adına elimden geldiği kadar buna dikkat etmeye çalışıyorum.”
Medine’nin İçini Fazla Bilmem…
Ömer Öztürk, Medine’de fiilen bir işe girmemiş, zira oranın şartları yabancılar için farklı ve çok zordur. Bu yüzden çok fazla kimseyle teması olmamış. 34 senesini ev ile Harem-i Şerif arasında geçirmiştir. Hatta Medine’ye gidenler bazı yerleri sorarlar, Öztürk de: ‘Bilmiyorum’ deyince:
– 34 senedir buradasın, nasıl bilmiyorsun? diye hayret ederler.
Gezip dolaşmadığı için bildiği yerler sınırlıdır. Bunlardan biri, Mescid-i Kuba; çünkü buraya gitmek sünnettir. Nebi aleyhi’s-salatüve’s-selâmın kendileri cumartesi günleri Kuba Mescidi’ne gitmişlerdir.
“Kim evinden çıkıp bu mescide gelip iki rekat namaz kılarsa kendisine bir umre ecri verilir”[2] buyuruyor. Hz. Peygamber (s.a.v.) çarşamba, bazen de perşembe günü Hz. Hamza (r.a.) ve Uhud şehitlerini ziyarete gitmişler; yine çarşamba günü öğle ile ikindi arasında Fetih Mescidi’nden Hendek Harbi’nin yapıldığı yere gitmişler, iki rekât namaz kılmışlardır. Cuma günleri de Cennetü’l-Bakî’yi ziyaret etmişlerdir. Ömer Öztürk de ömrünü buralarda geçirmiş ve mümkün mertebe Mescid-i Nebevî’de bulunmaya gayret etmiştir. Özellikle sabah, akşam ve yatsı vakitlerinde devamlı Mescid-i Nebevî’dedir.
[1] Tekvir sûresi, 29. âyet.
[2] Nesai, Mesacid, 9.